ÜÇÜNCÜ BÖLÜM / O İNSANLAR

AĞAÇAYIRI, BEYÇAYIRI, KOÇDİBEK’LİLER

Beyçayırı ve Koçdibek, Çayır’ın iki tarafındaki sokakların adıdır. Eremya Çelebi ve Evliyâ Çelebi’nin kitaplarında bahsettikleri bu yerin ortasındaki geniş alana gecekondular yapılmadan evvel, son günlerini biz gördük. Ağaçayırı, kuyusuyla, akasya ağaçlarıyla, mis gibi havası, güzel insanlarıyla tâ 1946 yılına kadar mesire yeriydi. Biz bu yerin keyfini çıkarttık. O kadar eskiye dayanan çayır maalesef oy uğruna talan edilirken kimse kılını kıpırdatmadı. Şimdi, buradaki gecekondulara yer gösterilir ve eski günlere tekrar dönülüp bir tarih canlandırılabilir. Bu semtin buna ihtiyacı vardır. Katledilen bir yeşil alanı ve tarihi kurtaracak insanlar, gönlümüze taht kuracaklardır.


Bugün bir apartman içine sığan kalabalık bu iki sokakta yaşıyordu.     Ev sayısı dokuz’du! Listede adları siyah puntoyla yazılı babam, annem, kardeşim, akraba ve komşular vefat ettiler. Onlara Tanrı’dan rahmet, geride kalanlara uzun ömürler dilerim.

KOÇDİBEK  SOKAĞI SÂKİNLERİ

Oturanların adı                                             Erkek     Kadın        Çocuk
Tahir amca ve Tete                                        1               1                     
Nigâr Abla                                                                           1
Bizler (Rauf-Sadiye-Sevil-
Semih-Suna Somunkıran)                            1               1                      3
Teyzem (Naciye-Şeyhî-Sedat Dineri)      1               1                      1
Dayım (Recep-Şükriye-Türkân Diktaş)   1               1                      1
Müştemilât kiracısı
(Hayriye-Canan-Pembe-Hâce)                 1               3                    -
Sıtkı Âğabeyler ( Firdevs Yenge                   1               1                       -
Pehlivan Amca-Kâmiyap)
Muazzez-Abdullah                                        2                2                      -
Osman-Emine-Mukadder-Kemal-
Behice-Saime Okuyucu                                  1                2                      3
Koçdibek sâkinlerinin toplamı: 30 kişi     9              13                     8
BEYÇAYIRI  SOKAĞININ  SÂKİNLERİ
Hatice teyze-Zeki ve Ömer âbiler                2             1                     -
Kiracı Emine Teyze-Oğlu Mustafa Âbi    1              1                   -
Şehime teyze-kızı Nuran                             -             1                      1
Saadet teyze-oğlu Sabahattin Âbi            -             1                      1
Kiracı teyze (ismini hatırlamıyorum)
ve hâfız oğlu                                                      -             1                 1
Beyçayırı sâkinleri: 11 kişi                            3           5                    3
Her iki sokakta oturanlar 12 erkek, 18 kadın ve 11 çocuk olmak üzere toplam 41 kişidir. Vefatlarını bildiklerim 25, hâlen yaşayanlar 16, âkıbetlerini  bile-mediklerim de 6 kişidir.

AĞAÇAYIRI
Neden Ağaçayırı denmiştir bilinmez ama, bu çok güzel mevkîin eskidenberi bilindiği, gerek Evliyâ Çelebi’nin ve gerekse Eremya Çelebi Kömürciyan’ın eserlerinden anlaşılır. Hrand D. Andreasyan tarafından tercüme edilen İstanbul Tarihi kitabının ikinci sayfasında Kömürciyan: “Surlar boyunca cilâlı taştan yapılmış mermer kule görülmektedir. Surlar üç tarafından denizle çevrilidir. Burada surlar içinde birçok güzel bostanlar, ağaçayırı gibi mesireler vardır” demektedir. Aynı kitabın notlar kısmında da semti: “Silivrikapı ve Kocamustafa-paşa semtleri arasında oturan orta halli ve fakir halkın mesire yeri olan Ağaçayırı Silivrikapı surları önünde dalgalı bir arâzidir. Etrafı birer katlı evceğizlerle çevrilmiştir. Bir köşesinde Çayır Tekkesi yahut Pazar Tekkesi adıyla anılan Sünbülî Dergâhı ve yanında Ağaçayırı Mescidi, bir meydan çeşmesi, bir de demir çıkrıklı kuyusu vardır…” diye detayla anlatmaktadır.

Ağaçayırı’ndaki mescit, bizim bir süre kiracı olarak oturduğumuz Hatice Teyze’nin evine bitişikti. Bizler o tarafa kat’iyyen geçmez, bahçe duvarından bile bakmazdık. O zaman ibâdete açık değil, bakımsız ve haraptı. Evliyâ Çelebi buradan bahsederken Şeyh Ferhat Câmii diyor. İstanbul Ansiklopedisi 1. cilt sahife 94’de, “Fâtih ilçesinde Kocamus-tafapaşa ve Yedikule semtlerinin sınırında Ağaçayırı mevkiinde Cambaziye Mahallesi Alayimam Sokağı ile Ağaçayırı Sokağı’nın kavşağında yer aldığı, yapının Kasım Çavuş Ağa tarafından inşa ettirildiği, bânîsinin ise mihrap duvarı önünde gömülü olduğu” belirtilmekte, ne var ki, gerek burada gerekse diğer kaynaklarda “inşâ tarihinin bilinmediği, câmide ve mezar taşlarında bu hususu aydınlatacak bir kitâbe görülmediği, çevre halkı arasında yaşatılan Kasım Çavuş’un Fâtih'in devecibaşısı olduğuna dair bir belgeye rastlanılmadığı, binanın 16. veya 17. yüzyılda yapılmış olabileceği, mescidin adını çevresindeki mesire yeri olan Ağaçayırı’ndan aldığı, tekkelerin kapatıl-masından sonra 1940 yılında kadro hârici bırakıldığı, 1964 yılında çevre halkın yardımıyla yeniden onarılarak ibâdete açıldığı..” yazılmaktadır. Minâresi çok değişik olup, nev’i şahsına münhasır şerefesiz ve bodurdur. Tâmiratta eski minâre muhafaza edilmekle birlikte yanına uzun bir minâre daha eklenmiştir. Mihrap duvarının önündeki hazîrede bulunan mezartaşları arasında, üzerinde tarih bulunmayan kavuklu  şâhidenin Kasım Çavuş’a, diğer üç mezarın ikisinin Şeyh Mehmet Şemsettin ile Ebubekir Efendi’ye ait olduğu, birisinin mezar taşın üzerinde “Nûr-ı dîdem oğlum / Abdülkādir âh / kuş gibi uçtu” yazılı olduğu fakat toprağa gömülü olup okunamayan kısmında bir kitâbe bulunduğu; aynı mezarlıkta, üzerinde 17 Zilhicce 1277 (1861) tarihli, yâni benim orada bulunduğum zamandan 80 yıl öncesinin tarihini yazan namazgâha ait bir mihrap taşı olduğu, eski devirlerde mesirelerde muhakkak böyle bir taşın bulunması gerektiği dolayısiyle bu taşın namazgâhtan getirilmiş olabileceği  kaydedilmektedir.
Kömürciyan Çelebi’nin yazdığı demir çıkrıklı kuyu, kiracı olduğumuz Nûriye Teyze’nin evinin önünde Koçdibek Sokakta’ydı. Kuyunun üzerine kapanan demir kapağı kilitler, hem muhtemel bir kazâya karşı tedbir alır, hem de çocukların kuyuya birşeyler atmasını önlerdik. Burası bizim ve diğer komşuların inhisârındaydı. Hepimizin suyunu, yemeğini, etini muhafaza ettiği buzdolabıydı bu kuyu. İçindeki su derin olmayıp hiç kurumazdı. Temizlikte kullanmak üzere bu sudan istifade ederdik. Hiçbir taşı yerinden oynamamıştı. Burası da gecekondular içinde kaldı zannederim. Çoğu kimse bu kuyunun farkında bile değildir.
Meydan Çeşmesi diye bahsedilen yerin, bizim çocukluğumuzda içine girip saklandığımız su haznesi toprak üzerindeydi. Bugünlerde toprağın altında kaybolmağa başlayan bu yer, kemer tonozla örülmüş ve deliği betonla kapatılmış olarak durmaktadır. Hâlen orada oturanlar bu yapının ne olduğunu, bilmemektedirler.
İşte benim çocukluğum, birçok eski kitapta adı geçen bu mesire yerinde geçti. Nice semtte hasret kalınan, çocukları asfalt üzerinde oyun oynayan yeni nesle eskiden böyle yerlerin olduğunu anlatmak ne kadar zordur. Çocuklarıma, torunlarıma, şimdiki ve gelecek nesillere, dedeleri çocukluk çağlarında ne yaparlar, nerelerde yaşarlarmış, kimleri tanımışlar, nasıl vakit geçirirlermiş sorularına belki böyle cevap verebilirim. O yüzden ayrıntılı yazmak istiyorum. Bilgisayar ve televizyon çağındaki çocukların hiçbir zaman tadamıyacakları o güzel günleri anlatmak, onlarla o günleri paylaşmak istiyorum. İlkönce bu iki sokakta oturan insanları tanıtmak isterim. Ama önce, Zeynep Avcı’nın 24 Ekim 2002 tarihli Milliyet Gazete-si’nin Kültür-Sanat sayfasında çıkan “Samatya ve Semaver Kumpanya” başlıklı yazısını okuyalım:
“ E - 5 karayolunda Haliç Köprüsü’nü geçtiniz. Kimileri asri mezarlıkların üstünde yapılmış vızır vızır otoyollardan ayrılıyor, eski kentin surlarına doğru sapıyorsunuz. Edirne-kapı’ya geldiğinizde bazıları "restorasyon" görüp gıcır gıcır duvarlara dönüşmüş surları solunuza aldınız mı, bilmemkaç kilometre boyunca size eşlik ediyor taşlar ve kapılar. Solda surlar, sağda mezarlıklar. Dikkatlice bakarsanız sur duvarları arasında salınıp duran rengârenk bezler görebilirsiniz: Çadırlar, çamaşırlar, kilimler, halılar bir görünür, bir kaybolurlar. Roman vatandaşlarımızın mekânlarıdır oralar. İki duvar arasında, gözden uzak yaşar dururlar. Onların önünde, dış duvarların dibinde bostanlar yemyeşildir. Salata, havuç, turp, nane, reyhan, lahana... Ne isterseniz bulunur. Biraz ilerleyince de incirlikler başlayacaktır. Kentin göbeğinde harıl harıl çalışan tarım alanlarıdır bunlar.
Belgratkapı’dan surları diklemesine geçip eski kentin damarlarından birine girerseniz, İstanbul’un en eski yerleşim mekânlarından biriyle karşılaşırsınız. Buralarda yüksek yapılara izin yoktur neyse ki. İki katlı binalar çoğunluktadır. Daracık yollardan kimbilir kaç çeşme, kaç türbe, kaç camii, kaç mescit, kaç medreseye ulaşılır. Sinagogu da vardır, kilisesi de eski kentin. Mütevazı insanlar yaşar buralarda. Eski adıyla Samatya, yeni adıyla Kocamustafapaşa ahalisi "trend" bilmez, "style" bilmez, "in" bilmez, "out" bilmez. Yaşam kavgasını iyi bilir. Sessiz, sakin, kendi halindedir.
      Samatya adı, Bizans döneminden kalan "Psammatheia", yani "kumluk" sözcüğünden gelir. O kumluk lafı da kıyıdaki Narlıkapı Kumsalı’nı işaret eder. Bir zamanlar, özellikle Ermeni balıkçıların yaptığı en güzel lakerdalar, en güzel çirozlar bu kıyıda yenirmiş. Şarapları da pek ünlüymüş o günlerin Samatya’sının... Çok değil, topu topu 50 yıl önce zengin bir etnik mozaik barındırırdı Samatya.
     Demem odur ki, dünün Samatya, bugünün Kocamustafapaşa Mahallesi bir başka güzel İstanbul’dur.
     Mahallenin göbeğinde, bir harabeye dönüşmeyi bekleyerek, Çevre Tiyatrosu dururdu bundan yaklaşık bir yıl öncesine dek.
Bir hafta önce bu mekânda Semaver Kumpanya perdelerini açtı.
Bir pasaj içindeki Çevre Tiyatrosu, Semaver Kumpanya’ya dönüşürken yalnızca salonu, sahnesi olmadı değişen. Tüm pasaj adeta metamorfoza uğradı. Anahtarcının, kahvehanenin, büfenin pasajdaki tüm işliklerin tabelaları değişti. Ahali var gücüyle bu değişikliğe alkış tutar, karınca gibi çalışan tiyatroculara nasıl yardımcı olacağını bilemezken, kimileri de çocuklarını ellerinden tutup bir şeyler öğrensinler diye, sahne üstatlarına emanet ediverdi. Semaver Kumpanya Kocamustafapaşa’da var olan enerjiyi açığa çıkardı sanki. Bu arada, pasajdaki dükkânlara yalnız İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de eşi bulunmayan bir dükkân türü de eklendi: Kukla imalathanesi. Semaver Kumpanya’nın küçük ve büyük çocuklara sergileyeceği oyunlar için Karina Cheres, boy boy, renk renk kuklalar yapıyor bu dükkânda.
     Semaver Kumpanya Işıl Kasapoğlu yönetiminde, Aslı Kasapoğlu’nun ve her ikisini yalnız bırakmayan dostlarının emekleriyle - sayısını bir türlü bilemediğim, ama 50’nin üstünde - gencecik tiyatrocularla çıkıyor bu sanatın arenasına. Belki bir ikisi dışında, hepsi sahnenin tozunu profesyonel olarak ilk kez yutacak olan bu pırıl pırıl gençler, eski Çevre Tiyatrosu’nda Shakespeare ustalarından başlayıp daha birçok oyun oynayacaklar. Bir okul Semaver Kumpanya.
     Bütün bunların yanında, tıpkı Zuhal Olcay ile Haluk Bilginer’in Oyun Atölyesi gibi, Semaver Kumpanya da hiç bir maddi destek almadan - alamadan da denebilir - çıktı ortaya. Alın teriyle koca bir tiyatro salonu yepyeni yapıldı, bir tiyatro kitaplığı oluşturuldu, koca bir kadro kuruldu.
     Türkiye’de yalnızca mucizeler inanılası geliyor insana.”
                                         * * *
Beyçayırı tarafından başladığımızda, yâni Koca-mustafapaşa’dan gelirken çayırın sağında üç ev vardı. Bizim de bir süre müştemilâtında oturduğumuz iki odalı ve bahçeli evin sahibi Hatice Teyze, oğulları Zeki ve Ömer Ağabey’le, alt katında bizim gibi kiracı olan Emine Teyze ve oğlu Mustafa Ağabey’le otururlardı. Her iki hanım da dul’dular. Çocuklarına gelince; Zeki Âbi en büyükleriydi. O evde düğünü oldu. Beykoz’dan görücü usûlüyle alınan Refika ablayla evlendi. Samatya’daki bir gazinodan arabaya yükleyip getirdiğimiz sandalyeleri bahçeye dizdik. Misafirler teker teker gelmeğe başladığında bizler de kapıda düğün sahibi gibi nöbet tutuyorduk. İkramlar bizim evin mutfağında hazırlanıp dağıtılıyordu.
Bir ara içeri girip bahçenin uzak bir köşesinden ortalığı gözlerken otlar arasında bir yumurta buldum. Hemen eve getirip, mal bulmuş mağrıbî gibi sevinçle anneme uzatırken yumurta elimden düşüp kırılmaz mı?.. İşte o an, evin içine ömrümde hiç duymadığım kadar kötü bir koku yayılıverdi. Hiç bilmezdim. Meğerse o yumurta aylardan beri otların arasında dururmuş, kimse farketmemiş ve çürüyen yumurtalar böyle kokarmış. Evde bulunan ne kadar insan varsa seferber olup temizliğe geçtiler ama nafile. Koku evin içine sinmişti bir kere. Mutfağa gelenler elleriyle burunlarını tutuyorlardı. Yeni gelenlere kokunun sebebi olarak ben gösteriliyorum, sonra da hikâye anlatılıyordu. Yaptığımdan çok utanmış, odaya girip divanın altına saklanmıştım.
Düğün bitti, ben hâlâ oradayım. Gelini benim bulunduğum odaya getirdiler. İlk gece için  nasihatler verecekler. Beni her türlü rica ve tehdide rağmen çıkaramadılar. Top-tüfekle gelseler çıkaramazlardı zaten. Bu yüzden başka bir yerde yapıldı o konuşma!
Aramıza sonradan katılan Refika Abla ve kayınvalidesi hiç problemsiz yaşadılar. Bu evlilikten bir oğulları dünyaya geldi.
Ömer Âbi’nin yaşı bizlere daha yakındı ama hiç birimiz onu sevmezdik. Tanıdığım zaman içinde de kimseyle dostluk kurduğunu görmedim. Ben semtten ayrıldığım zamana kadar da evlenmemişti.
Emine Teyze, bir odada oğluyla oturan yaşlı bir kadındı. O kadar sessiz insanlardı ki bende hiç iz bırakmadılar. Ramazan aylarında evcek sahura kalkılırdı. Vakit geldiğinde kapılar vurulur, herkes Allah ne verdiyse yemeğini alır gelir, sahur yenirdi. Hatice ve Emine teyzeler oruç tuttuğumuz takdirde bizleri teşvik için para verirlerdi. Bayram günleri de para ve mendilimizi eksik etmezlerdi.
Yanımızdaki iki katlı evde Şehime Teyze ve kızı Nuran otururlardı. Babasını hatırlamıyorum. Belki işi sebebiyle eve daha az uğruyor olabilirdi, çünkü hiçbir anısı yok. Eskişehirliydiler. Ailece pek görüşmezdik. Nuran iyi arkadaşımızdı. Yaş olarak benden ufak olup kızkardeşim Sevil’le daha yakındılar.
Nuran’ı iki olaydan ötürü iyi hatırlarım. Birincisi; ahşap evin tahtaları arasına yuva yapan eşek arıları onu soktuğunda… Her tarafının nasıl şiştiğini hiç unutmam! Bizi de zaman zaman arı sokar, canımızı yakardı ama böyle olmazdı. Nuran’ın o günkü yüzü hep gözümün önündedir. Kıpkırmızı ve şiş, aydede gibi bir sîmâ ve o çehrede kaybolmuş bir çift göz!
İkincisi de, bizim evin bahçesinde konu-komşuya hazırladığımız piyes sebebiyle yapılan provalar ve müsamere günü yaşadığımız olaydır. Çocuklar toplanmış, bir temsil vermek için herkese münasip roller dağıtmıştık. Benim rolüm “köyün çobanı”, Nuran’ınki de “ağanın kızı”ydı. Nereden elimize geçtiğini hatırlamadığım bir manzum oyunda herkes kendine ait rolün sözlerini yazıp ezberledi.
İstiklâl Marşı’nı müteakip koromuz çeşitli okul şarkıları söyleyip tek tek şiirler okuyacaktı. Bir sunucumuz bile vardı. Temsil günü geldi. Bahçedeki ağaçlara iple bağladığımız kilim ve çarşaflarla sahneyi hazırlayıp evlerden topladığımız sandalyeleri dizdik. Bizim hesabımıza göre gelenlere yetecek yerimiz olmadığından, nazımız geçen birkaç komşuya da sandalyelerini alıp gelmesini rica edecektik. Sıra konu komşuya olayı duyurmaya gelmişti. Oturup tek tek herkesin isminin yazıldığı davetiyeleri dağıtmağa başlayacakken, birisi, gelenlere ne ikram edeceğimizi sordu. Hiç birimizde para yoktu ki birşeyler hazırlayalım! Karar verdik. Limonata yapacak, dâvet ettiğimiz kişilerden gönüllerinden ne koparsa para toplayacaktık.
Nuran bu dâvet işiyle görevliydi ve bize herkesten olumlu cevaplar aldığını müjdelemişti. Temsil saati yaklaştı, komşular gelmeğe başladılar. Onlar da merak etmişti, bakalım çocuklar ne hazırlamışlar diye. Açılışı yaptık, İstiklâl Marşı’nı okuduk, herkes ayakta dinledi. Şarkı ve şiirler hepsi falsosuz gidiyordu. Finale yaklaşıp bize sıra gelince, Nuran, “rolünü ezberleyemediği için çıkmayacağını” söylemez mi?.. Ne dediysek ikna edemedik. Dublörü yok! Kız “sahneye çıkmam” diyor, dâvetliler bekliyor. Belki ikna ederiz diye ara verip limonataları dağıttık. Kız çıkmıyor!.. Bereket, bu arada gelen komşular birbirleriyle sohbete daldılar, hattâ bizi unuttular bile. Birkaçı “hadi başlasın artık” diye sızıldanınca, annem duruma el koyup, “hadi gelin evde sohbet edelim” diye herkesi toparlayıp götürdü, bizi de kurtardı. İlk ve son tiyatro teşebbüsümüz böylece son buldu.
Nuran’ların yanındaki ev Saadet Teyze’ye aitti. Çok tonton bir insandı Saadet Teyze. Onun evi de iki katlıydı. Üst katta oğluyla oturur alt katı kiraya verirdi. O devirde herhangi bir sosyal güvenlik müessesesi yoktu. Vefat eden eşin  kalanlara bıraktığı emekli maaşı yerine böyle bir-iki odanın kiraya verilmesiyle geçim sağlanırdı. Onun kiracısı (ismini unuttum), bayram sabahları Silivrikapı’da dua yaptıran orta yaşlı biriydi. Saadet Teyze’nin oğlu Sabahattin Ağabey Tapu-Kadastro’da memurdu. İşine gider-gelir, kimseyle ahbaplık etmezdi.
Karşılarında çayır bir meyil yapar ve orada sırayla akasya ağaçları bulunurdu. Yaz günlerinde  bu ağaçların dibinde oturur oyunlar oynardık. Seslerimiz biraz yükseldiğinde hemen camlardan bir baş uzanır. Hatice ya da Saadet Teyze, “yavaş olmamızı veya bir başka tarafta oyuna devam etmemizi” isterdi. Hatice Teyze, “şimdi Ömer gelecek, bakın nasıl sizi kovalar, görürsünüz..” diye tehdit ederdi.
İnsanlar şehir gürültüsü, toz-dumanı henüz yaşa-madıklarından, en küçük sesten rahatsız olurlardı. Çocukların o bomboş sahada çıkardıkları sesler yankılanır, onları rahatsız ederdi. Büyüklerin toplandığı günlerden dönüşünde annem eve bir sürü şikâyet taşır, beni haşlardı. En çok ses benden çıkıyormuş, ben elebaşıymışım!.. Üzerime kimbilir ne kadar gelindi ki, onlar hakkında çok azını hatırla-dığım bir şiir yazmıştım:
Hatice Hanım, Saadet Hanım, Emine Hanım.
Benden rahatsız olup isterler benim canım!
Onlar sanki böyle kocaman yaşlı doğdular,
Bizi rahat komayıp, hep sokaktan kovdular!
Saadet Hanım Teyze’nin köşedeki evinden dönüldüğünde sağdaki ilk ev, nalbur Mahmut Amca’nın eviydi. O evde Ayşe Teyze, eşi, arkadaşım Ferit ve kız kardeşi Nursel otururlardı. Onun karşısı  da, bir ucu kalelere varan bostan ve içinde en az 60-70 ağaç bulunan dutluktu. Bostana domates, salatalık yanında daha çok marul ekerlerdi. Kocaman bostan kuyusundan su çeken bir at döner dururdu. Dönme dolap gibi dönen çarkta, kovalar aşağıda dolup yukarıya geldiğinde oluklara akar, oradan da bahçenin hangi tarafı sulanacaksa oraya yönlendirilir. Zavallı atın gözleri bağlıydı, boynunda da bir çıngırak asılıydı.
Meraklı birinin gözü bu düzene takılmış. Atın boynunda asılı çıngırağın ne işe yaradığını öğrenmek istemiş. Bostancı: “Bizler çalışmağa dalınca atın durup durmadığını bu sesten anlarız” demiş. Meraklı adam: “Ya at durduğu yerde başını sallar da, siz o sesi duyup atın döndüğünü zannetmez misiniz?..” deyince bostan sahibi: “Aman Efendim, nerede sizin gibi ferâsetli at?..” demiş…
Bu bostanda yetişen tarifi imkânsız göbekli ve lezzetli marullar olgunlaştığında, bir araya gelir, bahçevan Bayram Amca’ya belli etmeden nasıl marul araklayabileceğimizin planlarını kurardık. Çocuklar dağılacaklar, bâzıları koskoca bostanın bir köşesinden görünüp şüpheli hareketler yapacak, onlar hangi tarafa yöneldiyse, diğer taraftakiler marul koparıp kaçacaklardı. Oysa bu hırsızlık planlarına hiç gerek yoktu. Bayram Amca kimbilir kaç yıldır bu işi yapıyordu, tecrübeliydi. Bizi görür görmez çağırır, marulu koparıp verir, planlara meydan bırakmazdı. Ama öbür şekilde alıp kaçtığımız, saklandığımız köşelerde yediğimiz marul daha zevkli olurdu sanki!
Marul mevsiminin sonu geldiğinde, bostanda kalanlar tohuma kaçmadan, konu-komşu “göz hakkıdır” der, bostana giriş serbest bırakılır, hepimiz üşüşüp yiyeceğimizi yer, fazlasını da kucağımıza doldurup, daha sonra yemek üzere evlerde stok yapardık. Dutlar için de aynı kural geçerliydi. Bayram Amca bizler için bıraktığı bir ağacı silkelemeyip saklar, ya da mevsim sonu ağaçlarda kalanları, dalları kırmayıp zarar vermeden yememiz şartıyla bahçeyi umûma açardı.
Marul ve erik yemek için, zevk ehli ve ağzının tadını bilen çocuklar ceplerinde küçük kâğıtlara sarılı kaya tuzu bulundururlardı. Çok müşkülpesenttik… Marulun dış yapraklarını yemez, onları soyar atar veya çevrede otlayan hayvanlara ikram eder, göbeğe yakın kısımları yerdik. O lezzeti artık hiçbir sebze ve meyvede bulamıyorum.
Çayırın sağ tarafındaki evler ve orada oturanlar-dan sonra, gene çayıra bakan sol taraftaki evlere gelince... Bu sokağın adı Koçdibek’ti. İlk baştaki ev iki katlı ve Tâhir Amca’larındı. Eşi “Tete”yle birlikte iki kişiydiler. Çocukları yoktu. Oradan bize doğru gelindiğinde, arkada bizim bahçeye bitişik iki odalı ve tek katlı evde Nigâr Abla otururdu. O da yalnız bir insandı. Yola devam ettiğinizde, tek kapıdan girilen soldaki tek katlı iki odalı yerde beş kişilik bir aile olan biz otururduk. Sağ taraftaki iki katlı evin üstünde dayım, yengem ve kızı Türkân otururlardı. Alt katındaki iki odalı yerde Teyzem, eşi ve oğlu vardı. Müştemilâta ise, ilk önceleri Hayriye Teyze ve üç kızı, daha sonra veremden vefat eden Süleyman Ağabey, eşi ve gene veremden ölen kardeşi, bir de benim “ilk flörtüm” rahmetli Servet taşındılar. Bizim eve bitişik gene iki katlı evde Pehlivan Amca’nın en küçük oğlu Sıtkı Ağabey ve Firdevs Yenge otururlardı. Onların da çocukları yoktu. Bu evin yanında, ön cephesinde sokağa bakan bir odası, bahçesinde de birkaç odası bulunan evde Pehlivan Amca’nın çocukları Kâmiyap, Abdullah ve Muazzez ablalar otururdu. Sokağın son evinde ise Kemâl’ler otururdu. Kemâller, Osman Amca, Emine Teyze çocukları Mukadder abla, Behice, Kemâl ve Saime ile altı kişilik bir aileydi.
Bizim buraya taşındığımızda, iki sokakta oturan insanların tamamı işte bu kadardı. 1943-1944 yılları İstanbul’unda iki sokakta yaşayan insanların tamamı! Şimdi bu 41 kişiyi on katıyla çarptığınızda, bu iki sokakta oturan insanların adedi, İstanbul nüfusunun bir milyondan nasıl onbeş milyona çıktığını açıklar.
Biz orada yaşarken, mahalle bakkalına, kasabına, kömürcüsüne, hattâ yoldan geçen bir kimseye, kapınızı çalan birine, elinizde adres dahi olmadan, “Rauf beyleri arıyorum, çocukları var Semih, Sevil, Suna veya Sadiye Hanımlar?..” diye sormanız, bizi bulmak için yeterliydi.
Bu sokakta oturan onbir çocuğun üçü erkek, sekizi kızdı. Erkekler, teyzemin oğlu Sedat ve ölene kadar beni hep arayıp soran, hiç kopmadığım arkadaşım rahmetli Kemâl’di. Neş’eli, çalışkan, fedâkâr ve çok vefâlı bir insandı. Benim gidemediğim zamanlarda aile mezarlığımızı benim adıma ziyaret eder, temizlerdi. Semtten ayrı kaldığım zamanlarda beni her olaydan haberdar etti. Akrabâlarımdan görmediğim yakınlığı ondan gördüm. Onlar karşımıza gecekondu yapıp kiracılıktan kurtulmadan evvel oturdukları eve, daha doğrusu Çayır’a hangimizin daha evvel taşındığını hatırlamıyorum. Babası Osman Amca, saçları dökülmüş, tipik Karadenizli olduğunu bildiren kanca burunlu, evden işe işten eve gidip gelen çok çalışkan bir insandı. Fuat Bey'in sonradan Mensucat Santral olan fabrikasında çalışırdı. Bu fabrika o dönemlerde bu semtte oturanlar için ideal ve en güzel işyeriydi. Her türlü sosyal imkânların yanında, çalışana mesaisi, Kurban Bayramı’nda eti, Şeker Bayramı’nda şekeri verilen, personeline bakan bir yerdi. Osman Amca’nın eşi Emine Teyze ondan toplu ve boylu, tonton bir insandı.
Kemâl’in büyüğü Mukadder Abla’yı yakışıklı fakat boşta gezen Şükrü isminde Silivrikapılı bir gençle evlendirdiler. Ancak bu evlilik pek kısa sürdü. Mukadder Abla, baba evine hâmile olarak döndü ve doğum esnasında bebeğiyle beraber vefat etti. O gün sokağımızda büyük bir mâtem vardı. İlk defa bu kadar yakından tanıdığım bir insanı kaybetmiştim. Emine Teyze ve diğer kadınların feryatları sokağı sarsıyor, biz üç-dört arkadaş ağaçların dibinde gözlerimizi eve dikmiş, ağzımızı açmadan olanları seyrediyorduk. Evde bile fısıltıyla konuşuyorduk. Sokağımız bu yüzden uzun süren bir sessizliğe gömüldü. Çocuk sesleri çıkmadı, yüzlerde hep hüzün vardı.
Kemâl’lerin oturduğu ev diğerlerine göre daha çukurda kalıyordu. Şiddetli yağmurlarda yukarıdan aşağıya gelen sular evvelâ çayırda birikir, daha sonra da taşmaya başlayıp onların evini basardı. İtfaiye gelir suları boşaltırdı. Çayır o günlerde büyük bir göl gibi olurdu. Suların çekilmesi, çayırın tekrar eski hâlini alması haftalar sürerdi. Bu durumda “ikinci çayır” dediğimiz, biraz daha yüksek fakat daha ufak bir alanda oyunlarımızı sürdürürdük. Kemâl’le aynı yıl doğmuştuk. Allah vergisi becerilere sahip,  ekmeğini taştan çıkarabilen bir insandı. İlkokuldan sonra o yıl açılan Deniz Sanat Okulu’na girdi. Kasımpaşa’da bulunan ve sanatkâr yetiştiren bir yuvaydı burası. Kemâl’in okul kıyafeti pek fiyakalıydı. Deniz Harp Okulu talebeleri gibi iki takım elbisesi vardı. Kışları parlak mâdenî düğmeli siyah, yazları ise bembeyaz elbiselerle dolaşırdı.
Okuldan eve gelince bizimle oyunlara katılırdı. Güçlü-kuvvetli olduğundan herkes onu kendi tarafına transfer etmeğe çalışırdı. Oyun dışında, el becerisiyle telden çeşitli eşyalar, arabalar yapar, bizlere satardı. Onu boş görmek hemen hemen imkânsızdı. Gecekondularına yaptıkları duvarların kerpiç harcını karıştırır, çeşmeden veya kuyudan su taşır, çamuru kalıba döker, bütün bunlardan fırsat bulduğu an koşup oyuna dahil olurdu. O zaman da Emine Teyze Karadenizli şîvesiyle seslenirdi ona: “Çemal!.. Diyeceğim babağa, niçin cittin oyuna?..” Kemâl oyundan isteksizce ayrılmağa hazırlanırken bizler Emine Teyze’ye yalvarır, bâzan râzı eder, Kemâl’in oyuna devamını sağlardık.
Biraz büyüyüp kızlarla ilgilenmeğe başladığımız dönemlerde, bir kızla ilk “çıkan”, o zamanki deyimle “konuşan” Kemâl oldu. Etrafını sarıp “çapkınlık dersleri” alırdık. Ağzından düşürmediği bir şiir vardı:
Âşık oldum tam onsekiz yaşımda,
Muallim sual sordu, kaldım tahta başında!..
Okuldaki beden eğitimi derslerinde verilen beş-altı boks figüründen sonra ve bir de boks eldivenli resim çektirince, “Lâz Kemâl” adı “Boksör Kemâl” olarak değişti. Ricamız üzerine bizlere boks dersleri vermeğe başladı. “Bu aparküt.. Bu kroşedir” diye karşı tarafın yumruklarından nasıl savunulacağını  öğretti. Sonra, ellerimize sardığımız bezlerle antrenmana başladık. Daha ilk derste, bana doğru salladığı bir yumruktan kaçamadım, gözüm mosmor oldu. Bu olay aynı zamanda hem benim boks hayatımın, hem de Kemâl’in antrenörlüğünün sonu oldu.
Kemâl geç evlendi. Çocuğu olmadı. Hastalandı, hayata küsmedi. Kocamustafapaşa’ya gittiğimde ona muhakkak uğrardım. Hayatı boyunca hep iyi işler yaptı. Sevdi, çevresi tarafından sevildi, hastalığı süresince ona büyük ihtimam gösteren eşi Serap da onun en iyi seçimlerinden biriydi.

No comments:

Post a Comment