TÜRK MÛSIKÎSİ

Cumhuriyet öncesinde klasik Türk mûsıkîsi ancak saray-larda, konaklarda, devlet ricâlinin evlerinde, mevlevîhâne-lerde ve diğer tekkelerde icrâ edilirmiş. TRT Türk Sanat Müziği Sözlü Eserler Repertuvarı’nın 1995 baskısında 16.000 eserin varlığından söz edilir. Bunların çoğu kayıt imkânla-rının olmadığı dönemlerde bestelenmiş ve bir kısmının notası olmadığı için, usta çırak ilişkisiyle, usûl vurarak öğretilip değişikliğe uğramadan bugüne gelebilmiştir. Rahmetli Rüştü Şardağ bir makalesinde şunları yazıyor:
“Doğu milletlerinde de makam var ama, bir yüzyılın gerisinde kalmış eserler belleklerden silinmiş bile. Batı’da da durum farklı değil. 15. ve 16. yüzyıllarda oluşan eserler unutulup gitti oralarda. Ya biz?.. Beşyüz yıl gerilerden gelen bestelerimiz nasıl böyle unutulmadan geldi? En az yüzü aşkın makamın koynunda, böyle sıcacık kaldı onlar. Birçoğu unutulsa bile bugüne uzanıp gelmiş olanları böyle diri tutan şey, besteci esinlerinin yanısıra büyük rol oynayan o kıvrak, hüzünlü, coşturan, yürekleri ısıtan, sevdiren, ağlatan makamlardır. Beşyüz yıldır, okulunu kurmuş ve dehâlarını vermiş olan Türk müziğinin bestecileri, cıvıltı, üzgü, sevgi, ulaşılamamış aşk ve ayrılık dolu melodileri, havada uçan kuşları avlayan ökseler gibi avladılar. Aydınları ve halkı saracak, pâdişahları şâir, saz ustası ve besteci yapacak kadar büyük. Biz görmesek bile inanıyoruz ki, bu dönem de geçecek. Türk’ün aydını da, Anadolu halkı da, sonsuzlaşmış asıl mûsıkîsini eski tahtına oturtacaktır".
Sarayın harem’i de kapsayan enderûn bölümünde Türk mûsıkîsi öğretimi yapılırdı. Ses ve icrâlarıyla kendisini kabûl ettirmiş kimseler ve genç istidatlar himaye edilir, saraydaki icrâları pâdişahla beraber ancak devlet erkânı dinleyebilirdi. Çevresindekiler, pâdişaha daha iyisini sunabilmek için konaklarında genç istidatlara yer vermek, bu sûretle de hünkârın gözüne girmek için yarışırlardı.
1908 İnkılâbını takiben ömürleri az olan mûsıkî okulları kurulduysa da, Batı müziği yanlılarının köstekleriyle bu okullar maalesef semeresiz kaldı. Bu sefer de Arap müziği, yâni bugünkü deyimiyle “arabesk müzik” piyasayı doldurmağa başladığında, hatâlar farkedilip düzeltilmeğe kalkıldı. 1945 yılından sonra  Hüseyin Sadettin Arel’in teşebbüsüyle kurulan İstanbul Konservatuarı faaliyete geçti fakat yeterli olamadı. 1949’da kurulan İleri Türk Mûsıkîsi Konservatuarı, gene Sadettin Arel ve daha sonra Dr. Nevzad Atlığ’ın devam ettirdiği İstanbul Türk Mûsıkîsi Devlet Korosu büyük hizmetler vermiştir.
Bunları anlatmamın sebebi, bizim neslin Türk müziğindeki aşamaları nasıl takip ettiğini, neleri gördüğünü, çocukluk ve gençlik yıllarına değin bu konuda da ne kadar şanslı bir kuşak olduğumuzu hatırlamaktır. Çoğumuz önce gramafonla ve taş plaklarla büyüdük. 1940 - 1945 yıllarına gelince mûsıkîmizi radyolardan dinliyorduk. Televizyon çağından önce Maksim, Türkuaz, Çiftesaraylar gibi Türk mûsıkîsi programları yapılan yerlerde öz müziğimizi, bu işin gerçek hocalarından, bestekârlardan, bilgili ve yetkili ağızlardan canlı olarak dinledik. Kimler yoktu o dinlediklerimiz arasında: Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözeri, Sâbite Tur Gülerman, Muallâ Mukadder Atakan, Ahmet Üstün, Lütfi Güneri, Mustafa Çağlar... İcrâcı ve bestekârlar arasında Selâ-hattin Pınar, Şerif İçli, Haydar Tatlıyay, Ûdî Hırant, Yorgo Bacanos, Sâdi Işılay....
Neleri dinlerdiniz diye sorarsanız, “zamanın moda şarkılarını değil” derim. Usta-çırak ilişkisiyle yetişmiş olan bu san’atkârlar sahneye çıktıklarında mikrofonun arkasına geçerler, ibâdet eder gibi huşû içinde Dede Efendi’nin Reh-i aşkında edip kaddimi kütah gönül Sultan Üçüncü Selim’in Âb ü tâb ile bu şeb hâneme cânân geliyor  Hacı Ârif Bey’in Zâhirî hâle bakıp etme dahîl bir ferdi gibi eserlerini icrâ ederler, şarkı bittiğinde seyirci onları gerçek bir hazz içinde alkışlardı. Onlar sadece aile matinelerinde değil, içkili lokantalarda bile bu repertuvarlarını değiştirmeden okurlar ve aynı alkışı alırlardı. Çünkü dinleyici de bilinçliydi, temyiz kabiliyeti vardı. Buna misâl olarak, Türk Mûsıkîsi Vakfı’nın bir toplantısında Sâdun Aksüt’ün anlattığı  bir olayı aktarayım:
“İçkili bir lokantada assolist Sâbite Tur Gülerman sahneye çıktı ve Şevkefzâ makāmında bir eserle giriş yaptı. Bende de gençlik var! Yanımda oturan Selâhattin Pınar’ın kulağına eğildim:
- Hocam, içkili lokantada şimdi ne gerek var bu kadar ağır bir eseri icrâya, daha bilinen bir eserle girseydi ya…
dedim. Tebessüm ederek şöyle cevap verdi:
 -Bu müziği yaşatmak için biz seyircinin bilgi seviyesine inmeyeceğiz. Onları bizim seviyemize çıkarmağa çalışacağız...”
Evet, Türk mûsıkîsi icrâları, eğlenirken öğrenilen birer okuldu. Birkaç yıl  önce, Prof. Dr. Nevzad Atlığ yönetimin-deki Devlet Klasik Türk Müziği Korosu konserlerinin birindeydim. Sahnede okunan her esere ağzımın içinden, dudaklarımı hafifçe oynatarak iştirak etmeğe çalışıyordum. Yanımda oturan genç kız program arasında: “-Amca, dikkat ettim, bütün şarkıları  biliyorsunuz, müzikle ilişkiniz nedir?” diye sordu. Ben de ona: “-Kızım, biz bunları, şimdi ‘naftalin kokuyor’ diye tarif ettikleri sanatkârlardan dinleyerek öğrendik” dedim.
Saat 19 civarında girdiğimiz Çiftesaraylar Bahçesi’nden şafak söküp ortalık ağardıktan sonra çıkardık. Vatan Gazetesi’nin 7 Ağustos 1942 tarihli sayısı, Kānûnî Ahmet Yatman’ın 35. sene-i devriyesine iştirak edecek sanatkârlar listesinde bakınız kimleri sayıyor: Ahmet Yatman, Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla, Mefharet Yıldırım, Rikkat Uyanık, Mustafa Çağlar, Safiye Tokay…
Hürriyet Gazetesi’nin 1949 yılı reklâmlarından aldığım bir başka örnek: “Türkuaz Aile Saz Salonu, her pazar aile matinesi. Müzeyyen, Perihan, Hakkı Derman, Şerif İçli, Şükrü Tunar, Kadri-İsmail Şençalar, Saim, Paraşko, Semiha Coşar, Suzan Güven, Bayram Aracı…”
Bugün sahneye bir kişi “assolist” diye çıkıyor, başkaca kimse yok!.. Müzik dinlemeğe gidiyoruz, “sanatçı” eline aldığı mikrofonla bir sağa, bir sola, bir de ortaya doğru ilerliyor, hangi tarafa gitmişse orada oturanlar başlıyor alkışa, tabii bu arada ne müzik, ne de güfte kalıyor...
İnsanların neyi niçin alkışladıklarını hiçbir zaman çözemedim. O güzelim eserleri bölmeğe, hele böldürmeğe kimsenin hakkı yoktur! Konseri tertip edenler ikaz edebilirler herhâlde ama, ben onlardan  bugüne kadar böyle bir ikaz duymadım.
Batı müziğinde Vivaldi, Wagner, Mozart, Chopin gibilerin eserleri icrâ edilirken, konserin ortasında seyircinin coşup alkışladığını gördünüz ya da işittiniz mi?.. Bu, icrâcıya da, besteciye de, dinlemeğe gelene de hakarettir. Dr. Nevzad Atlığ’ın yönetimindeki Devlet Klasik Türk Mûsıkîsi Korosu konserlerinin ancak birinci ve ikinci bölüm aralarında alkışlayabilirsiniz. Çünkü, elinizdeki program broşürünün bir yerinde nâzikâne biçimde uyarılmışsınızdır: “Programı beğendiğinizde, bütünlüğü korumak üzere takdirlerinizi bölüm sonlarında lûtfetmeniz rica olunur”. Bölüm aralarında Nevzad Bey seyirciye dönüp selâm verdiğinde, elleriniz patlayın-caya kadar alkışlayıp takdirlerinizi belli edebilirsiniz. Gürültüden arındırılmış bir konserde icrâ edilen her eserin her notası ve güftesinin her kelimesi dinleyene hazz verir. Güfte ve beste birbiriyle böyle buluşur.
Şükranla işaret etmeliyim ki, Dr. Nevzad Atlığ yalnız ekibini değil, dinleyicisini de eğitmiştir. 60 küsur kişilik san’atkâr grubunun son ferdi sahneden çekilmeden hiçbir seyircisi ayağa kalkmaz, salonu terketmezdi.
Edip Özışık, Mûsıkî San’atı adlı eserinin Mûsıkî ve Şiir adlı bölümünde: “Mûsıkî ve şiir, birbirine destek olan, birbirinden kuvvet alan ve birbirini tamamlayan unsurlar olarak, ruhlarımızı ışık ve renk cennetine uçuran kanatlar..” sözleriyle, mûsıkî ve şiirin birbirlerinden ayrılamayacağını yazar. Bugün çoğu rahmetli olmuş mûsıkîşinas ve bestekârların eşliğinde, Maksim Gazinosu aile matinelerinde Perihan veya Müzeyyen hanımlar, arkalarında çalan saz ustası bestekâr-ların eserlerini icrâ ederlerken, beraber söylemek için kendilerine rica ederlerdi. İşte, bestecisi Selâhattin Pınar’ın o buğulu ve kısık sesinden dinlediğim, güftesi Bâkî Sühâ Ediboğlu’na ait Hisar-Pûselik şarkı:
Beni de alın ne olur koynunuza hâtıralar
Dolanıp kalayım bir an boynunuza hâtıralar.
Yeriniz ne, yurdunuz ne, benden böyle korkunuz ne?
Duyuyorum sesinizi bâzan derin bir kuyudan,
Dinliyorum uzakları kalkıp derin bir uykudan.
Beni de alın ne olur koynunuza hâtıralar
Bu ömür tükenecek yolunuza hâtıralar
Aradan geçen onca zamanda bu lezzeti unutmadım, unutamam.
Rahmi Kalaycıoğlu’nun yayınladığı Türk Mûsıkîsi Bestekârları  Külliyâtının birinci cildinde Selâhattin Pınar’ın elyazısıyla şu satırlar vardır:
                                                                 Çiftehavuzlar 03.01.1960
 “Sayın Mûsıkîseverler,                  
Rahmi Kalaycıoğlu cidden güzel ve hayırlı bir işe girdi. Birgün gelecek şarkılarımız belki de tamamen ortadan kalkacaktı. Bunları tesbit etmekle bizim için yerinde bir teşebbüse girişti. Kendisine teşekkür etmemek elden gelmiyor. Şarkılar belki değersiz şeyler ama, yine de, yaşayan bir insanın duyuşları olmak noktasından, mûsıkî sevenlere birşeyler söyler kanaatindeyim.”
“Bir bahar akşamı rastladım size”, “Gecenin mâtemini”, “Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek” “Hayâl deryâ-sına ben bâzı bâzı…” gibi unutulmayacak ve hâlen repertuvarlarda doksana varan eser sahibi bir bestekârın tevâzu’una bakın, eserleri için “değersiz şeyler” diyor!.. Ve bu büyük usta, o yazının tarihinden bir ay sonra da vefat ediyor… Rahat uyu rahmetli Pınar. Eserlerinin güzelliği ve bu işe gönül verenler sâyesinde, Türk Milleti var oldukça seni unutmaz...Her türlü baltalamaya, “günah” diye aleyhinde bulunulmasına rağmen her geçen gün değeri tekrar anlaşılan öz müziğimiz, lâyık olduğu yüksek seviyeyi tekrar bulacaktır. İşte bir örnek:
Refi’ Cevat Ulunay 1968 Haziran’ında Takvimden Bir Yaprak köşesine;
“..radyolarda türkü, şarkı, çalgı dinlemek günah değil diyorsun. Halbuki tekkelerde bağırmak-çağırmak haramdır. Evvelce böyle şey yoktu. Üflemekle, vurmakla, temasla veya tel ile çalınan çalgıları dinlemek ve dinlemeğe gitmek haramdır. Hattâ Peygamber Efendimiz, çalgı çalınan bir yerden geçerken mübârek kulaklarını tıkayıp geçmiştir. Bu bilgisiz cemiyeti karanlıklara itiyorsunuz…”
diye yazan bir yobaza:
“İnsan, odun parçası değildir. Allah bütün mahlûkaatı, gülsün eğlensin ve Cenâb-ı Hak’ka ilâhî bir aşkla bağlansın diye hâlk etmiştir. Resûlullah Efendimiz’in çalgı çalınan bir yerden geçerken mübârek kulaklarını tıkadığını yazan kitaplar yalancıdır! Çünkü Hazret-i Peygamber, Hazret-i Hatice’yle evlendiği zaman Hazret-i Hatice’nin câriyeleri def çalarak, şarkı söyleyerek raks etmişlerdir ve Hazret-i Peygamber, zevce-i-mutahharasının omzuna dayanarak tebessümle seyr etmiş ve zevk-yâb olmuştur… Dergâhlarda mûsıkîyle âyin yapılması hakkında Ebussuûd Efendi’nin müteaddid fetvâları vardır. Mevlânâ’nın mağz-ı Kur’ân olan Mesnevî’si  ney’ rümuzuyla başlar…”
diye cevap vermiştir. Şükredelim ki mûsıkîmiz böyle yobazların uydurma telkinlerinin tesirinde kalmamıştır. Türk müziği hiçbir zaman yozlaşmadı, başka milletlerin tesiri altında kalmadı, öz benliğini korudu. Gerek Batı’da gerek Doğu’da birçok milletin müziği onu taklide çalıştı, bizim müziğimiz onları tesiri altına aldı. Memleketimizdeki havra ve kiliselerde okunan ilâhilerin Türk mûsıkîsi makamlarıyla okunduğunu, Rum, Yahudi ve Ermeni sanatkârların gerek besteci, gerek icrâcı olarak mûsıkîmize büyük hizmetler yapmış olduklarını söylemeden geçemeyiz..
Türk mûsıkîsi makamlarının rûha tesirleri ilmen ispatlanmıştır. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği Etnomüzikolojik Araştırmalar ve Müzikle Tedâvi Uygulama Birimi’nin açıklamalarına göre, bu makamlar “tedâvi edici”dir. İşte bâzı örnekler :
1-Raks Pentatonik (hasta tedâvi seansı örneği)
2-Müzikterapi: Uşşâk (damla (gut) ağrıları, ayaklara
 faydalı, gülme hissi, uyku verir)
3-Müzikterapi: Segâh (kalbe kuvvet verir, cesaret verir)
4-Müzikterapi: Rast I (baş, göz ağrısı ve felce iyidir.
 Rahatlık verir)
5-Müzikterapi:  Rast II (   "       "         "        ")
6- Müzikterapi: Hicaz (üro-genital sisteme iyidir,
 alçakgönül-lülük verir)
7-Müzikterapi: Hüseynî (iç organlara iyidir, sulh hissi
 verir)
8-Müzikterapi: Nihâvend (karın bölgesine iyidir, kan
 dolaşımını düzenler, rahatlatır)
9-Müzikterapi: Pûselik (karın bölgesine iyidir. Kan
 dolaşımını düzenler)
10-Müzikterapi: Acemaşîran (kreavite ve sonsuzluk
 fikri, doğumda rahatlık verir)
                                         * * *

No comments:

Post a Comment