ŞÜKÛFE TEYZE

Bir ara ud dersleri almağa başlamıştım. Önce kardeşim Sevil, annemin teşviki üzerine yirmibeş liraya elden düşme aldığımız ve sonra hırsızın çaldığı sedef kakmalı udla derslere başladı. En küçüğümüz Suna’nın da sesi güzeldi ama, içimizde en güzel ses Sevil’indi. İşlenseydi ünlü bir san’atkâr olabilirdi. Ama, ailenin teşviki yanında kendisinin de bu işe gönül vermesi gerekiyordu oysa ud derslerini üç ay sonra bıraktı. Ben sürdürmeğe kararlıydım ve Sevil’in dersleri niçin bıraktığını önceleri anlayamamıştım. Skalalardan sonra Tatyos Efendi’nin rast peşrevine gelince ben de caydım. 
Hoca üç beş kere gösterdikten sonra istediğimizi çalabileceğimizi sanmıştık. Evde çalışırken sokaktan gelen çocuk sesleri yüzünden notalara kendimizi veremiyorduk. Bir de udun eskiyen mandalları sebebiyle, sazı duvara astıktan bir müddet sonra akort atıyor, biz de akordu düzeltemediğimizden, hocanın gelişine kadar bekliyorduk.
Şükûfe Teyze zencî, ufak-tefek elli yaşı biraz geçkin bir kadıncağızdı. Annemleri Trablusgarp’ta bulundukları sırada tanımış, İstanbul’da da karşılaşmışlardı. Evlenmiş ama eşi vefat etmiş olan Şükûfe Teyze’nin bir de kız kardeşi vardı. İki kardeş hiç geçinemezlerdi. Aynı evde oturup ayrı yemek pişirirler, ayrı yerler ve birbirlerine ikram etmezlerdi. Şükûfe Teyze (belki de biraz müsrif olduğundan) sıkıntı içindeydi. Tanıdıkları arasındaki heveslilere boğaz tokluğuna ud dersleri verir, bize de akşam üzerleri gelip dersten sonra yemeğini yer giderdi. Para filan vermiyorduk. Güzel ud çalmasına karşılık hiç sohbeti yoktu. Yemekten sonra biraz gecikirse, oturduğu divanda şekerlemeye başlardı.
Şükûfe Teyze kardeşiyle didişmekten bunalmış olmalı ki, birgün bizimkilere, “münasip birini bulursa evleneceğini” söyleyip, “Gönül Postası”na evlenme ilânı vermek üzere kızkardeşime mektup yazdırmış. Mektubu postalama görevi de bana verildi. Ümit fakirin ekmeğidir derler, o da hayatını bu yolla değiştirmeyi ummuştu. Şükûfe Teyze’nin mektuba neler yazdığını sorunca, kızkardeşim ezbere okumağa başladı:
Kızkardeşimle müştereken oturmakta olduğum bir eve mâlikim. Daha önce bir evlilik yaptım. Vefat eden eşimden çocuğum olmadı. Esmer tenli, ufak-tefek, elli yaşındayım. Yalnızlıktan bunaldığımdan, ben emsâl veya biraz büyük, tercihan memur emeklisi, mazbut, içki içmeyen bir beyle evlenmek istiyorum. Benim gibi yalnız olanlar tercihimdir. Durumu uyan ciddî adayların YALNIZ ESMER rümûzuna yazmalarını rica ederim.”
Mektubun atılışından on gün sonra cevaplar gelmeğe başladı. Hem akıl danışmak, hem de “bakın nasıl çok cevap alıyorum” demek için, aldığı mektupları evimize getirir, bizimkilerle birlikte değerlendirmeğe tâbi tutarlardı. Babam, bütün mektupların geldikten sonra aralarından seçtiklerine cevap yazmasını önerdiyse de, Şükûfe Teyze’nin o kadar beklemeğe tahammülü yoktu. Herhâlde, fırsat kaçabilir diye düşünüyordu. Jüri başkanı kendisiydi, kararı o verecekti. Hiç beğenmediği mektupları bile dört-beş kez okuyup çocukluları ve yaşı tutmayanları ayıkladıktan sonra, kalanlardan mâlî durumu iyi görünenleri incelemeğe başladı. Her türlü şartı uyan ama mektubunda onun istediği netlikte cevap vermeyenlerle sınıfı geçenler arasında bir tercih yapabilmek üzere, “sizinle yüzyüze görüşüp konuşmak ve tanışmak istiyorum” şeklinde cevâbî yazılar yazdık.
Bütün mektuplar rümûzla oluyor, isim verilmiyordu. Bu yüzden de, buluşulacak yer tâyin ediliyor, geleceklere ayrı günlerde randevu veriliyor, kendilerini tanıtmak için ya çiçek takmaları, yahut da ellerinde bir gazete bulundurmaları öneriliyordu. Aklının en çok yattığı tâliple açılışı yaptı. Kadıncağız yalnız olduğundan ve şimdiye kadar böyle bir buluşma yaşamayıp çekindiğinden, ısrarla beni yanına almak istedi. Hocamı kıramayıp “olur “dedim.
Aksaray’da, şimdi karakolun bulunduğu sırada Bulvar Sineması’nın üstündeki pastanede bir cuma öğleden sonra ilk tâlibi kabûl ettik. Elli yaşlarında, uzun boylu, esmer, o zamanın modası lâcivert takım elbiseli bir beydi:
-Merhaba, Şükûfe Hanım’la mı müşerref oluyorum?..
-Evet efendim. Bendenizim. Rahmi Bey’le mi görüşüyorum?..
-İsâbet buyurdunuz efendim. Bey oğlumuz torun mu?
-Benim çocuğum olmadı efendim. Ama olsaydı bana bu kadar bağlı olur muydu bilemiyorum. Efendim bendeniz biraz ud çalarım, hem ahbap çocuğu, hem de talebemdir.
-Aman efendim, ne kadar memnun oldum. Benim için de sesi çok güzel derler.
-Aman ne iyi.. Herhangi bir âlet çalar mısınız?..
-O yönde bir kabiliyetim yok ama, iyi dinleyiciyimdir..
Heyecanlarını atsınlar diye bir müddet benimle ilgili konuşmalar yapıldıktan sonra esas konuya geçildi. Rahmi Bey, teyzemi beğendiğini, yalnız olduğunu, önceki eşinden ayrılış sebeblerini, kendini haklı çıkaracak şekilde anlattıktan sonra; “karı-kocanın yaşlılıkta birbirine daha lâzım olduğunu, kira aldığı bir evi ve memur emeklisi olduğunu” söyleyip, tercih edilirse memnun olacağını sözlerine ekledi ve ayrıldı. Bizim eve döndük. Benim görüşlerimin de içinde bulunduğu raporu ev halkına sunduk. Bu şekilde dört veya beş tâliple görüştük. İçlerinden bâzıları Şükûfe Teyze’yi beğenmedi, çok konuşmadan kaçtı. Bâzılarını da Şükûfe Teyze  beğenmedi.
Ben başlangıçta bu işten memnundum. Pasta yiyor, gazoz içiyor, bol bol da iltifat alıyordum. Ama bu seçim işi uzayıp bizimkiler gırgıra başlayınca keyfim kaçtı. “Hadi gene işin iş, bu çarşamba pasta günün.. Oğlum, içinde pasta ağacı çıkacak!..” sözlerden sonra “gitmem” demeğe başladım. “Artık son tâlip kaldı, bir daha olursa kız kardeşini göndeririz..” diyerek beni iknâ ettiler.
Hep aynı pastaneye gidiyor, aynı masaya oturuyor, aynı garsona sipariş veriyorduk. Kimbilir herkes neler düşünmüş-lerdir? “Bu kadın kim?..  Çeşitli adamlarla görüşüyor... Yanındaki çocuk da  işin tezgâhı herhâlde…” . Her seferinde içimden, inşallah bu son olur diyordum. Pastanede zaman zaman âşinâ yüzlere rastlıyordum. Bizim mahalleden, okul hocalarından. Son gidişimizde masalarda yedi- sekiz müşteri vardı. Bizim masamız, “gizli işler” konuşulduğu için biraz kuytudaydı.
Oturduk, siparişlerimizi verdik. Çok gelen giden vardı ve hepsi genç delikanlılar, genç kızlardı. Sağa- sola bakarken, bir masada tanıdık bir yüz gördüm. Babamın daire arkadaşı Murat Bey bana tebessüm ediyordu. Ailece tanışırdık, bize gelip-giderdi beni de çok severdi. Yerinden kalkıp yanıma geldi, hatırımı sordu. Ben de Şükûfe Teyze’yle tanıştırdım. Bir arkadaşını beklediğini, ancak beklediği kişi gelmediği için gideceğini söyleyip ayrıldı. Masada unuttuğu gazeteyi garson peşinden koşturunca, ben olayı çözüverdim. Adı “zampara”ya çıkmış olan Murat Âbi evli ve üç çocuk babasıydı. Ama onun için, “gözü hâlâ dışarıda” derlerdi.
Eve gelince bugünkü tâlibin gelmediğini, orada Murat Bey Âbi’yi gördüğümü söyledim. Bizimkiler, kadıncağıza belli etmeden göz göze bakıştılar. Durum anlaşılmıştı.
Şükûfe Teyze, işi mutlu sona ulaştıramadı. Bu yaştakilere evlilik mâcera gibi geliyor, zor beğenir oluyorlardı. Aradan bir süre geçti. Murat Âbi bize çoluk-çocuk oturmağa geldiklerinde annem kulağına eğilip ona birşeyler söyledi. Zavallı kıpkırmızı olmuştu. Arkadan gelen kahkahalar arasına sıkışmış “tâlip, gazete, Şükûfe, evlilik” kelimelerini duyunca, konuyu anladım. Murat Âbi bana bakarak gülüyor, “sen de az Cingöz Recâi değilsin hani..” diye takılıyordu.

No comments:

Post a Comment