RADYO

Gramofonu takiben radyo, daha sonra pikap, teyp, televizyon, şimdi de CD’ler o kadar çabuk ve peşpeşe geldiler ki daha birine sahip olamadan arkadan ikincisi, üçüncüsü çıktı. Bu âletlerden ilk gördüğümüz gramofon her evde yoktu, büyük lükstü ve bizim sokakta sadece bir-iki ailede vardı. Taş plağın diske merasimle yerleştirilmesinin ardından yandaki kolla zemberek kurulur ve plak dönmeğe başlayınca cızırtılı bir sesin arkasından şarkılar duyulurdu. Sahibinin Sesi marka gramofonlar kutu gibi elle taşınabilirdi ve evin en değerli eşyasıydı. Bâzı kimseler bu gramofona etiketindeki resimden dolayı “köpek marka gramofon” derlerdi. Üstündeki huniden sesin çıktığı, kocaman bir hatmi çiçeğine benzer borusu vardı. Çok sık aşınıp değiştirilmesi gereken iğnelerin kutusu, plâkların tozunu almak için kadife bez kaplı yuvarlak siliciler, bu cihazın aksesuvarlarıydı. O zamana göre bu “son derece modern” müzik âleti bâzı evlerde sabahtan akşama kadar susmaz, hele eve yeni bir plâk gelmişse, artık o şarkı gerek ev sahiplerince gerekse onu duyabilen sokak sâkinlerince ezberlenene kadar dinlenirdir, plâğın saltanatı yeni bir plâk gelene kadar sürerdi. Akşam evin beyi gelip içkisini yudumlamağa başlayana kadar, hanımların gündüzleri iş yaparken tek eğlencesi gramo-fondu. O saatten sonra da evin beyinin sevdiği şarkılar çalınmağa başlardı.
Bizim evin müştemilâtında oturan Hayriye Teyzeler, sokağımızdaki gramofon sahibi iki evden biriydi. Durumları pek iyi değildi ama, “müzik rûhun gıdası”ydı!.. Onlar da açlıklarını müzikle unutuyor olmalıydılar. Kocası her hafta, yeni çıkan plâklardan en moda olanı mutlaka getirirdi. Trakya asıllı Hayriye Teyze’nin biz yaşlarda üç kızı vardı: Cânan, Hâcer ve Pembe… Kızlar Türk mûsıkîsi assolistle-riydi sanki! Plâğı koyar koymaz üçü bir ağızdan fasıla başlardı. Özellikle Osman Nihat Akın’lı, Saadettin Kaynak’lı repertuvarları genişti. Cânan’ın sesi hepsinden güzeldi. Biz çocuklar bir araya geldik mi, son çıkan şarkıyı ona söyletmeğe çalışırdık. Bütün assolistler gibi o da naz yapar, söyle deyince söylemezdi. Bunu bildiğimizden, içimizden biri Cânan’ı kışkırtırdı:
-Yeni bir şarkı çıkmış, ama şimdi ismini hatırlamıyorum.
-“Geçti hayâl içinde” mi? Ben onu biliyorum.
-Hayır o değil. Osman Nihat’ın ama.
-Ben başkasını bilmiyorum.
-Çok güzel bir şarkıydı..
-Biraz mırıldansan, melodisini  hatırlamıyor musun?
-Aklıma gelse söylemez miyim. Belki Cânan hatırlar.
-Anlatamıyorsun ki, kız ne bilsin hangisi olduğunu...
-Valla “göz” filan gibi lâflar geçiyordu içinde.
Cânan daha fazla tahammül edemez, atılırdı:
-Anladım. Bize en son gelen plâğı söylüyorsun sen. “Göze mi geldin, sen mi unuttun”.
-Galiba oydu. Sen söylemeğe başla, ben hatırlarım.
Cânan, bu kadar câhilin bolluğunda evvelâ pes perdeden, sonra gittikçe yükselerek şarkıyı okurdu. Ona iştirak etmek önemli değildi. Birbiri ardına sıralıyacağı şarkıları susturmak da mümkün değildi ama, bunun bir yolu vardı. Sıkılmağa başlamışsak, içimizden biri, doğrusunu bildiğinden emin şekilde gözlerini açarak:
-Bak işte, orası öyle değil!..
derdi. Cânan, yine getirmek istediğimiz yere gelmişti.
-Neresi?..
-Hani “yüksel ufukta sîneni göster” dedin ya!..
-Evet. Ne vardı?..
-İşte orada yüksel kelimesini biraz uzatacaksın. Sen kısa kesiyorsun. Besteyi dinle bak, hatânı anlayacaksın.
-Olur mu yaa? Çok dinledim, aynısını söylüyorum.
-Ama orada hatâ var. İstersen git dinle.
Cânan sözün sonunu dinlemez, az sonra evden plâğın sesi gelmeğe başlardı...
Biraz serpilince, Samatya sâhilindeki gazinolarda uvertür sanatkâr olarak sahneye çıkmağa başladı. Daha sonra mahalleden taşındılar, Cânan’ın nereye kadar yükseldiğini tâkip edemedim.
                                         * * *
Yokluk diz boyu… Her eve gazete girmesi ne mümkün? Zâten okuma-yazma oranı da çok düşüktü. Gazeteleri mahalle bakkalları filân satmazlardı. Biz emsâl çocuklar Cağaloğlu’ndaki matbaalardan aldıkları gazeteleri koltukla-rının altına kıstırıp:
-“Havadis! Yazıyoor! Hergün, Gece Postasıı!”diye bağırıp koştururlardı.
Trakyalı komşumuz Pehlivan Amca, bizim sokakta “gazete alanlar”dandı. Onun merakı ne dünya havâdisleri ne de güncel olaylardı. Gazeteyi sırf pehlivan tefrikalarını takip için alırdı. Okuma-yazma bilmediğinden, tefrikanın bulunduğu sayfayı açar ve komşu çocuklarından birinin geçmesini beklerdi. Erkek çocuklar pek yakalanmazlardı ama, kızları evlerinden çağırırdı. Kapıdan, “çocuk!..” diye seslendi mi yakalanmıştık, kaçacak yer yoktu. Onun gerçek adını bilmez, lakabını söylerdik:
-Buyur Pehlivan Amca…
-Bana şu Adalı’yı oku bakayım. Hergeleci İbrahim Pelvanla kapışmıştı…
Oturup okumak Allah’ın emriydi. Yoksa bizim evin önünden her geçişinde Pelvan Aga annemize, “şu senin oğlan veya kızında hiç iş yok, adam olmaz...” diye serzenişte bulunurdu. Yakalanmışsak, şerrine lânet, mecbûren okurduk…
“Cazgırın duasını müteakip pehlivanlar peşreve başladılar. Adalı Halil ellerini kıspetine vurup savrulduğu zaman bütün seyredenler bir ağızdan “mâşallah pehlivana” diye bağırmağa başladılar. Hergeleci’nin taraftarı pek azdı...”
Burada Pehlivan Amca devreye girerdi. Trakyalı ağzıyla:
-Hey bre koca pelvan, vâ mı be seni yencek? Bak şimdi Hergeleci’yi inim inim nasıl inletçek. Onun çektiği elenselere dayanacak pelvan daha doğmadı. Bir de kurt kapanına aldı mı hayatı söndü demektir… Devam et bakalım ne yaptı?
-“İki pehlivan yanyana geldiklerinde aradaki farkı gören izleyenler rakibine acımaya başlamışlardı...”
Hemen sözü keser:
-Elbette acırlar, pelvan onlardı... Ben seyrettim onların kapışmasını, o zamanlar deste küçük boyda güleşirdik. Adamların gövdeleri öyle iriydi ki, yağlanmaları için ikisine bi gazan yağ yetmezdi.
-Olur mu ya Pehlivan Amca?..
-Sus bre câhil kızan. Adam bir oturuşta bi kuzu yerdi. Tabii senin gibi sıska olmecek. Siz mâleden (mahalleden) iki-üç arkadaş el ele tutsanız onun beline ancak dolanırdınız.
-N’apıyorsun ya Pehlivan Amca?..
-Hele sen oku bakalım n’aptı Halil Usta, o koca Aliço’nun çırağıdır. Türk Aslanı, iki metre boyu vâ, kilosu da yüzelliden aşağı değildi. Cahil çocuk onu bütün dünya tanıyo, sen kendi güleşçileni tanımıyosun. Adam tam onsekiz sene Kırkpınar başpelvanı olmuş, yenmediği kimse kalmamış, sen geçmiş karşıma ne dersin. Herşeye bilip bilmeden itiraz etme. Bunlâ gibi pelvanlar bi daa cihana gelmez. Zatürreye yakalanıp ölmeseydi hâlâ kimse bileğini bükemezdi… Hele devam et bakalım.
-“Peşrevi müteakip birbirlerinin ensesinde ellerini kavuşturup göğüs göğüse mücadeleye başladılar…”
-Bak, şimdi Hergeleyici’yi göğüs çaprazına alıp sürcek.
-Peki Pehlivan Amca, sen bu güreşi seyrettin mi ki biliyorsun?
-Bi çoğunu seyrettim elbette. Ayrıca Adalı’nın ne kıratta güleşçi olduğunu, oyunlarını hep bilirim. Hayat gailesine kapılma-yıp devam etseydik bizi de şimdi gazeteler yazardı.
-Devam ediyorum. “Birden Adalı Hergeleci’nin üzerine abanarak seyircilere doğru sürmeğe başladı. Hergeleci biraz daha geriledikten sonra direnince bu defa Halil Pehlivan tek paça kaparak Hergeleci’yi yere yıkıp altına aldı ve akabinde sağlam bir biçimde sarmayı vurdu. Bu âni gelişme seyircileri coşturmuş, herkes Adalı’yı teşvik ediyordu: Yaşa Adalı!.. Ne pehlivanmışsın be!.. Sakın bırakma, yıldızları saydır ona!..”
Pehlivan Amca yerinde kıpır kıpır ellerini oğuşturur, gözleri dalar, sanki çayırda hemen karşısında güreşen iki pehlivanı görüyor gibi heyecanlıdır. Şimdi ona lâf atıp coşturmanın tam zamanıdır. Ya kızacak, yahut duygulanıp o günlere dönerek hâtıralarını sayıp dökecektir:
-Bak bi kere sen Peygamberimiz’in o devirlerin en kuvvetli ve hiç yenilmemiş güleşçisi, Kureyş Kabilesi’nden Rükâne bin Abd Yezid’le yaptığı güleşi biliyo musun? Belki de hiç duymamışsındır. Bu kuvvetli pelvanı İslâm’a dâvet ettiğinde ‘..gel güleşelim, beni yenersen ben de senin dînini kabul ederim. Yenilirsen bana bir keçi verirsin’ dedi. İki tarafın kabûlü üzerine Mekke’de meydanda güleş başladı. Efendimiz ondan yaşlıydı ama, Deveboğan lâkabıyla anılan bu güleşçiyi yendi. Zavallı yenildi de, bir hatâ olduğunu düşünerek bunu üç defa daha tekrarlattırıp gene yenilince, ‘anladım ki sen gerçekten peygambersin. Beni bugüne kadar kimse yenemedi, ben de çağrına cevap verip Müslüman oluyom’ dedi. İşte güleş budur. İyman kuvvetiyle insanın yenemeyeceği kimse yoktur...
-Pehlivan Amca senin dediklerin çıkıyor. Bak önümüz koca meydan, ben arkadaşlarımı toplarım, bize güreşmeyi öğretmez misin?..
-Git oradan çocuk, sen kaç kilo geliyosun ki? Bir kere o yerlerde yetişip oraların suyunu-ekmeğini yemek gerek, sülâlende de bikaç güleşçi olması lâzım. Öğrenmek istemenle olmaz, ocaktan geleceksin. Var mı sülâlende hiç güleşmiş?...
-Yok.
-Tamam.. o zaman bu sevdâdan vazgeç, yazının devamını oku.
Zaten okunacak yeri çok az olan bu sonsuz dizi yazıların bir tek güreşi bile onbeş-yirmi günlük gazete satışı demekti. Hergün yazı öyle heyecanlı bir yerde bitip “devamı yarın” yazısı gelirdi ki, ertesi günü gazete satan çocuğun yolu gözlenirdi.
Enteresan olan, Pehlivan Amca o yazıları kendi yazsa, neticeleri ancak bu kadar tahmin ederdi. Okuma bittikten sonra beş kuruşluk dondurmayı hak etmişizdir. Beline sardığı kuşağın içindeki bozuk para kesesine elini daldırıp seçtiği beş kuruşu uzatır; gazeteyi koltuğunun altına koyar, doyamadığı için tekrar okutacak birini daha bulmak üzere uzaklaşırdı.
Hey gidi Pehlivan Amca, ne güzel yaşamışsın.. Dertsiz, gailesiz, problemsiz. Sende hiç sinir-stres olmamıştır. Sen ülser-kanser gibi hastalıklar da bilmedin. Dolu dolu, pehlivanca bir hayat sürdün. Üzüntü ve sıkıntılardan saçları erkenden beyazlaşıp dökülmüş bir nesil olarak sana gıpta ediyorum…
Radyo, bizim sokakta sadece “Teteler”de vardı. “Teyzeler”in kısaltılmışıydı bu kelime. Tete, eşinden beş-altı yaş daha büyüktü, varlıklıydı. Zenginliği ilk kocasından geliyordu. Hiç çocuğu olmamıştı. Adam ölünce ona kalan iki katlı evin üst katında otururlardı. Tâhir Amca’nın işi babam gibi Karaköy’de olduğundan, yol arkadaşıydılar. Eminönü ve Karaköy’de çalışanlar Samatya’dan trene grup hâlinde binerler, Sirkeci’den de öyle dönerlerdi. Tâhir Amca babamın en sevdiğim arkadaşıydı. Ailece sık görüşürdük. Bu  tercihin bir sebebi de, onların radyolarının olmasıydı. Başka evlere misafirliğe gidilecekse üç kardeş ağızbirliği eder, uykumuz veya çok dersimiz, ertesi gün yazılımız olduğunu söylerdik. Ama gidilecek yer Teteler’se, durum değişirdi. Oraya gidileceğini üç gün önceden bilir ve o üç gün gayet uslu olurduk. Yaramazlık yaparsak Teteler’e gidememek cezası vardı çünkü. Gidemezsek radyo dinleyemeyecek ve ertesi gün arkadaşlarımıza hava atamayacaktık.
Teteler’e gidilirken üçümüze de, “uslu durun, itişmeyin, teşekkür edin, onlar çocuksuz, gürültüye alışık değiller” gibi tembihler yapılır ve kafile yola çıkardı. Üst kattaki o kocaman tek odayı bilirdik. Öbür odaları, hattâ tuvaleti bile hiç görmedik. Her ihtiyacımızı evde giderip öyle yola çıkardık. Şimdilerde salon denilen o odada kocaman bir konsol, sedirler, aynalar, lâmbalar ve evin en güzel köşesinde, işlemeli bir örtüyle örtülmüş Philips radyo dururdu. Hoşbeş, hatır sormalar, havaların durumu, maaş zamları, şeker fiyatı artışları diye sohbet uzarken, bizim gözümüz saatte, radyonun açılışını beklerdik. 1948 yılında radyo açılış saati 17.58, kapanış saati ise 23.00’tü. Biz başlangıcı kaçırmaz, konuşmaları dahi dinlerdik. Yayın topu topu ikibuçuk saat sürerdi zaten. Vakit gelince gözünün içine baktığımız Tete yerinden kalkıp radyoyu açar, bizi sevince boğardı. Düğme açılınca uzunca süre ses çıkmaz, lâmbaların ısınması beklenirdi. Programlar, Türk Mûsıkîsi, Türküler ve ara sıra Tangolar’dı. Skeçleri çıtımız çıkmadan dinlerdik. Bizi büyüklerin konuşmaları hiç ilgilendirmezdi. Kardeşlerim saat 22.00’ye doğru oturdukları yerde uyuklamağa başlar, ben radyodan dinlediklerimi arkadaşlara harfiyen aktarmak üzere kulak kesilirdim. Çünkü onlar, Tahir Amcalar’la görüşmeyen, dolayısiyle böyle bir imkândan mahrum kimselerdi!..
Aradan zaman geçip radyolar çoğalmağa başlayınca, Teteler’in değiştirmek istedikleri Philips’e biz tâlip olduk. Taksitle yenisini alabilirdik belki ama, o miktarı ödeyebilmek de ailece birtakım fedakârlıkları gerektirecekti. Bir defa, hergün almakta olduğumuz gazeteden vazgeçecektik. Fuzûli sayılan bâzı giderleri de kısarak aile bütçesini denkleştirip kararımızı verdik. Evimize radyonun gelip başköşeye kurulduğu günkü sevincimizi bir anlatabilsem!.. Eve sanki bir büyük insan gelmiş gibi, odaya girip çıkışımızda nazarlarımız hep onun üzerindeydi. Hemen bir nizamnâme yapıldı:
1-Radyoyu herkes karıştıramaz.
2-Yaramazlık yapıldığı günler radyo açılmaz.
3-Saat 22’de yatağa girilecektir.
4-Eve radyo dinlemeğe arkadaş çağırılmayacaktır.
5-Radyonun örtüsü ellenmeyecektir.
6-Oda içinde ve radyo yakınında kovalamaca,
   saklambaç gibi oyun ve itişmeler  yasaktır.
Bütün bu şartlar sıralandıktan sonra, radyonun kuruluşuna merasimle geçildi. Tek katlı evimizin önüne biriken arkadaşların meraklı bakışları arasında bizler düğün evi sahibi gibi sağa-sola koşuşup “anten” işini halletmeğe başladık. Porselen yalıtkanlarla damdan yedi sekiz metre uzaklıktaki ağaca örme bakır tel gerildikten sonra, evin içine izoleli bir tel indirilip radyonun arkasındaki anahtara bağlandı. Sonra oradan bir başka tel alınarak odadan dışarı çıkarıldı ve ucu bir demire bağlanıp “toprak hattı” yapıldı. Yıldırım çeker, hem radyo hem ev hasar görür diye bu tedbir gerekliydi. Yağışlı havalarda radyoyu çalmaz, anahtarı toprak hattına çevirirdik.
Anneciğimin ve babacığımın bu dünyadan göçmeden evvel gördükleri tek elektrikli âlet işte bu radyoydu. Şimdiki nesli nasıl şanslı görmeyelim? Bâzan, bizden sonraki nesil acaba daha neler görecek diye hayâl gücümü zorlarım ve “bugünkünden daha mükemmeli olmaz” diye düşünürüm. Onun için de, yaşadığım dönemin, hattâ gelmiş ve gelecek nesillerin daha şaşırtıcı olaylarla karşılaşamayacağı kehânetinde bulunurum. Ayrıca, bundan sonraki buluşların insanlık yararına olmayacağını da düşünürüm.
Doğalgazla pişen bir kurufasulye ile mangalda ağır ağır pişen kurufasulyenin farkından… Binlerce civciv alınmak için sun’i yemle beslenen tavukla bizim küçük kümeslerdeki tavuğun et ve yumurta lezzetinden… Minâreye çıkmış müezzinin şerefede eli kulağında döne döne insan sesiyle okuduğu ezandan, hoparlörden avazı avaz bağıran sesin farkından… İsimlerini yeni duymağa başladığımız hastalık ve âfetlerden… Hava, su, deniz kirliliğinden… Uçak, gemi, hızlı tren ve diğer trafik kazalarının savaşlar kadar can alışından… Kısacası, medeniyetin getirdiklerinden yola çıkarak bu neticeye ulaşıyorum.
“Radyo” konusundan nerelere geldik... Sonradan tanışıp kaynaştığım arkadaşım Metin Tezcan benimle aynı yaştadır. Son devir hattatlarından olan emekli polis memuru babası Ahmet Hamdi Tezcan Efendi’yle ilgili bir hâtırasını bakın nasıl anlattı:
Sarıgüzel’de oturuyorlarmış.. Babası ilk radyolarını 45 liraya taksitle alıp eve getirmiş, usûlüne uygun kurmuş, ama o gün acele bir yere gitmesi gerektiğinden, radyoda verilen Mevlid yayınını açık bırakıp evden çıkmış. Metin’in dedesi Mevlid’i huşû içinde dinledikten sonra, gürültülü bir müzik başladığından radyoyu kapatmak istemiş. Ama neresinden kapandığını bilememiş. Komşuların aklı erenlerini çağırmış ama, herkes bir hatâ yaparız diye mes’uliyetten kaçınmış. Sonunda, radyonun fişini çekmeğe oybirliğiyle karar vermişler!..
                                         * * *

No comments:

Post a Comment