OYUNLARIMIZ

Oyuncaklarımız kendi imalâtımızdı. Top’u kâğıt ve bezleri iple sararak yapardık. Kovboyculuk, sığırın alt çene kemiğinden tabancayla; çelik-çomak oyunu, ağaçlardan kesilen biri kısa (çelik) biri uzun iki dal parçasıyla; uçurtmalar, evde nalburdan alınan malzemeyle; dokuz taş, düzgün kiremit parçalarıyla oynanırdı. Körebe, saklanbaç, köşe kapmaca, uzun eşek, kurtarmaca, birdirbir gibi oyunlarda da malzemeye ihtiyaç yoktu.
Çelik-çomak, İngiltere'de sopalarla oynanan ve adına kriket denen oyuna benzerdi. İlk resmî kriket maçı 1719 yılında yapılmış ama, bizde daha önce başladığını sanıyorum. Karagöz’e Yunanlılar’ın sahip çıkması gibi, derinleştirilmesine bir araştırma yapılsa bu oyunun da bizden alınmış olması muhtemeldir. İki grup arasında oynanan oyunda çeliğe çomakla vuran takım, işaret için konulan taşın çevresindeki mesafe dahilinde kaleyi korur. Rakip takım ise onun en uzağa atacağı çeliği havada kapmağa çalışır. Tutamazsa, kaleyle çeliğin düştüğü yer adımlanır. Meselâ onbeş adımsa bundan sonrakiler bunun üzerine eklenerek sayılırdı. Bu oyun, rakip takım oyuncu-larının çeliği havada kapmalarına veya attıkları çeliğin işaret olarak konan taşa değmesine kadar devam ederdi. Elle sayılmış rakamın çokluğu galip tarafı ilân eden, çok zevkli bir oyundu.
O gün canımız başka bir oyun istiyorsa, cicili-bicili topaçlarımızı çıkarırdık. Topaçların üstlerini, dönerken daha da güzelleşen renklere boyardık. Bu da ustalık isteyen bir oyundu. Topaç o kadar hızlı dönerdi ki, duruyor gibi gelirdi insana. Her çocuğun iki-üç topacı olurdu. En güzel topaç şimşir ağacından yapılırdı. Çizgilisi, tahtası, şimşiri, şişmanı, zayıfı vardı. Oyuna birbirimizi davet ederken arkadaşımızın hangi topaçları olduğunu bildiğimizden, çağırırken hangisini alıp gelmesi gerektiğini söylerdik. Ortaya yuvarlak bir daire çizilir, topaca kaytanı sarıp daire dışından ortada durana vurmağa ve dışarı çıkartmağa çalışırdık. Bu oyunun da uyulması gereken kaideleri vardı. Yerde dönen topaca vuran topacın, vurduktan sonra da dönmesi gerekirdi, yâni iki marifet bir arada! En son vuran, yâni daire dışına çıkartmağa muvaffak olan oyunu kazanırdı.
Gene topaçlarla çift kale maçlar yapardık. Futbol gibi iki takımın da kaleleri olurdu. Santraya konulan topaca her iki takım oyuncuları vurarak rakip takımın kalesine sokmaya çalışırdı. Elle-ayakla vurup hile yapmak yoktu…
Mile (bilye) oyunu daha sâkin bir oyundu. Mileler kilden yapılmış ve değişik renklere boyanmış birer santim çapında yuvarlak topçuklardı. Yenen, karşı taraftan bir miktar mile alıp daha sonrada iade ederdi. Oynadığımız kumar zannedilmesin!.. Oyundan sonra herkes getirdiği mile kadarını, yanında dolaştırdığı keselere doldurup giderdi.
Diğer bir oyun; düz bir çizgiye yerleştirilen mileleri belirli mesafeden vurmaktı. Gene mileyle oynanan ve en çok tercih ettiğimiz yılan diye bir oyun vardı. Bir yuvarlağın içerisine açılan küçük bir çukura sahip olmaktı. Yılanın kuyruğuna benzer kıvrımlar yapan ve el genişliğinde daralıp genişleyen yolun başlangıcından çukura ulaşmaktı amaç. Bilye, bizim dilimizde mile olmuştu. Bir de kaptan oyunumuz vardı. Eşkenar bir dörtgenin köşelerine açılan küçük çukurlara mileyle girip oranın sahibi olunurdu. Açılmış beş çukuru da alan oyuncu galip sayılırdı.
Bütün oyunları anlatmaya kalksam ayrı bir kitap olur sanki. Mehmet Halit Bayrı’nın teker teker ve kaideleriyle bahsettiği 58 oyunun, bir fikir vermesi yönünden sadece isimlerini yazacağım.
Köşe kapmaca, saklambaç, ip atlama (çok çeşidi vardı), çember çevirme, elim elim üstünde, tek mi-çift mi?, yumurtalı tavuk, körebe, yağ satarım, kartopu, kızak, kaç kurtul, açıl susam, taş oyunu, altın beşik, alaylar, eveleme-develeme, ebe, çılbır, sekme, seksek, orospu bohçası, taş oyunu, ebem kızdı, kaydırak, kolon vurma, üşüdüm, el çırpma, tahtaravalli, fış fış kayıkçı, pişti, tavukla-doğan, kutu, kadifeci güzeli, kafakarış, zıpzıp, tahin-pekmez, çimdik çimdik makarna, balık kaçtı, çatal-matal, düğme, aşık, ayak yere basmaz, esir almaca, uzuneşek, yüzük, yazı mı-tura mı, kuzu kuzu, vız, kapkaç, şapşap, ceviz, çukur, dur, birdirbir, el ve ayakla koşmak.
Ben burada, oynadığımız ve revaçta olan oyunları yazmak istiyorum. Görüldüğü gibi hiç paraya ihtiyaç göstermeyen ve çoğu “malzeme” gerektirmeyen bedâva oyunlardı. Meselâ, hayvanın aşık (âşık değil) kemiği bizim oyun malzememiz olurdu. Beş-altı arkadaş bir daire yapar otururduk. Herkes sırayla kemiği düz bir yere atar, yere düştüğünde kemiğin duruş biçimine göre oyuncu hakkında karar verilirdi. Bey atanlar ortada duran sopanın sahibi ve ceza konusunda tek yetkili olurdu. Eşek ve çukur tarafı olan dediğimiz kısmı getirenler sopa yerdi! Şişman tarafı getirenlerse, sıralarını zarar görmeden geçiştirir ve ceza uygulayıcısı olurdu. Bey’i elinde bulunduranlar yakın arkadaşlarına torpil yaparlar, kemâne geç derlerdi. O zaman sopa sadece eli okşar gibi sürülürdü. Oyun kızışsın diye üç tane okkalı dediği zaman, vuranın insâfına kalmış olurduk. Elimizi kaçırmağa çalışırsak şiddet artardı.
Çember oyunu, ucu bükülmüş bir telle mâdenî bir çemberin itilerek yürünmesi ya da koşulmasıydı. Bisiklet jantından çemberler lüks sayılırdı. Bu oyun zamanımıza kadar devam etseydi belki olimpiyatları yapılırdı. Çocuk arkada çember önde arnavutkaldırımı yollar öyle koşulurdu ki, çemberin çıkardığı ses dünyayı sarardı. Usûlüne uygun freni de vardı, tek hareketle birden dururdu. Zaman zaman üç-dört çocuk yanyana gelip çember yarışı yapardık. Şimdi turistik yerlerde eğlence düzenleyen animatörler var ya, onlar bu oyunlarla öyle güzel vakit geçirtirler ki… Kurallar basit, masrafı da yok!
Birdirbir, ebe olan kişiyi doksan derece eğiltip üzerinden atlamaktı. Oyunda mahâret elebaşındaydı. Atlayacaklar sıraya girerler, onun yaptığının aynısını yapmağa çalışırlardı. Atlanırken, “birdirbir, ikidir iki, üçüm yağlı çörek, dördüm durak, beşim oturak...” gibi sözlerle, arkadan gelenin şaşırtılıp “yanması” için hareketler yapılırdı. Yanmazlarsa, ebe olan çocuğun kulağına bir gazete ismi fısıldanır ve herkes ebenin üzerinden atlarken değişik gazete isimleri söyler, karar-laştırılmış ismi söyleyen yatar, yâni ebe olurdu.
Uzuneşek, birdirbir’in başka türlüsüydü. Çocuklardan biri duvara ya da ağaca sırtını dayayıp bacaklarını açar, bir başkası eğilip kendi başını onun bacakları arasına sokar, diğerleri de onun gibi yapınca uzun bir “sırt sırası” oluşur. Öbür takım teker teker  bu sıranın arkasından en öne gelecek biçimde âdeta uçarak atlar, altta kalanlar bu kadar ağırlığı çekemez olunca “uzun eşek” devrilirdi! 
İlkbaharın gelişi gökte süzülen uçurtmalarla kutlanırdı. Uçurtma yapmasını bilmeyenler nalbur veya kırtasiye-cilerden parayla uçurtma alırlardı. Ama en güzeli, zevkimize uygun olarak kendi yaptığımız uçurtmalardı. Uzun çıtaları ve uçurtma kâğıdının renklerini seçip alır, kola, uhu veya başka bir hazır yapıştırıcı olmadığından, bu işi sulandırılmış unla yapardık. Beceri isteyen bir işti bu. Bir mühendis edâsıyla ölçtükten sonra çıtaları keserdik. Burada en zor iş, üç çıtanın birleştiği orta yere çivi çakmaktı. Çünkü çivi çıtaları çatlatırdı. O yüzden orta noktayı iplerle sararak sâbitleştirmeğe çalışırdık.
Aramızda profesyonel uçurtma ustaları vardı. Altıgen, sekizgen, yıldız şeklinde, hattâ geceleri gökte pırıl pırıl parlayan fenerli uçurtmalar imâl ederlerdi. Çok zaman nereden uçurulduğunu merak eden semt sâkinleri yön tâyin eder ve uçurtmayı yapanı görmeğe gelirdi. Çevrede hep tek katlı evler olduğundan, uçurtma uçurmak kolaydı ve riski yoktu.
Uçurtma yapamayan ve parası olmadığından alamayan çocuklara da, düz beyaz kâğıtla hayrımıza şeytan uçurtması yapardık. Öyle güzel uçanları olurdu ki, gökte süzülürdü. Bu yıldan öbür yıla devreden uçurtma aslâ olmazdı, bütün uçurtmalar mevsimlikti. Çünkü, ya bir ağacın uzanama-yacağımız dalına takılır ve çekerken ipi kopup orada kalır; veya kötü niyetli kimseler kendi uçurtmalarının kuyruk-larına taktıkları jileti başka uçurtmanın ipine sürtüp kopmasına, dolayısiyle uçurtmanın düşmesine sebeb olurlardı. Bizler, mevsimin bitimine yakın iplerimizi sarıp saklardık. İp sarmayı da herkes beceremezdi. İpin sarıldığı çomağı avuç içinde sürekli döndürmek, ipi hep aynı noktaya sarmamak gerekirdi. Bu işi iyi yapanların yumağı, fabrikasyon sarma gibi görüntü verirdi.
Otomobil veya bisiklet iç lâstiğini bir santim enli uzun şeritler halinde keser, kuru bir ağaç dalının çatal yerinin beş parmak yukarısından keserek lâstiklerin birer ucunu buralara, açıkta kalan uçlarını da bir meşin parçasına bağlayıp taş atmak üzere (muzır bir âlet olan) sapan yapardık. Bununla teneke kutulara nişan alıp vurmağa çalışırdık. Çoğumuz canlıya atmazdık. Ancak bizim uzaktan bir akrabamız olan Yurdaer kuşlara nişan alır ve benim diyen avcıdan daha isabetli vururdu. Sapan yapmak bir günümüzü alırdı.
Tahtadan kılıç ve kalkanlarımız vardı. Errol Flyne filmlerinde gördüğümüz gibi elimizi belimize koyup tek elle düello ederken aynı onun gibi konuşurduk.
-Kendini koru alçak, şimdi hesabını göreceğim...
-İşte sonun geldi!..
Kılıçlar tahtadan yapılır, kabza, güzel gözükmesi ve eli acıtmaması için süslenirdi. Tahtadan kalkanı olmayan, peynir tenekesinin kapağını kullanırdı. Bu oyunun en kötü yanı, birbirine çarpan tahtalardan birinin kırılmasıydı. O taktirde oyun, yeni bir kılıç imâl edilinceye  kadar biterdi.
Gazoz kapağından oyunlar yapmıştık kendimize. Samatya’daki gazinoda açılan kapakları toplar, bir üçgen çizerek içine dizer, sonra elimizdeki düz taşları uzaktan atarak kapakları çizginin dışına çıkarmağa çalışırdık.
Karamela denilen şekerler vardı. İçlerinden değişik mesleklerin numaralandığı resimler çıkardı. Berber, ciğerci, saka, kunduracı, kömürcü, bakkal gibi. Bu kâğıtları üstüste koyup avucumuzda tutardık, en yüksek numaralıyı bulan kazanırdı.
Kız çocuklarının oyunu daha çok evcilik, seksek, ip atlama, dönme gibi oyunlardı. Bizler gibi onlar da bedava oyunlar oynamak zorundaydılar. Anneleri bezden küçük yastıklar diker, baş kısmına mısır püskülünden saç yapılır, evdeki kalem ve boyalarla kaş-göz, ağız-burun yapılır ve eser meydana geldikten sonra, bebeği yapan dahil herkes, evvelâ kime benzediği hakkında fikir yürütmeğe başlardı.
-Kız bu Safiye Ayla'ya benzedi galiba.
-Olur mu, bu sarışın, akça pakça surata baksana
 aydede gibi.
-Peki sence kime benzedi ?
-Bizim beyin daire arkadaşı Kadir Bey var ya, onun
 hanımına benzettim. O da böyle ama, boya sarışını.
 Kadın hep saçlarını boyar .
-Sen söyleyince dikkat ettim, ben de benzettim.
-Allah huyunu karakterini benzetmesin. Adama kök
 Söktürüyor, çok huysuzmuş. Zavallı izin almadan
 helâya bile gidemezmiş.
-Tabii ya, kimbilir kaç yaş farkları var, böyle genç
 kadın alırsa buna katlanması gerekir. Zaten adam
 hem yaşlı hem de pek matah birisi değil. İyi olsaydı
 ilk karısı çocuğunu bırakıp kaçar mıydı?..
-Konu-komşu öyle demiyor. Kadının eli biraz
 uzunmuş. Fakir ailesi eve gelince ne var ne yok
 çıkartır, giderlerken de öteberiyi çantalarına
 tıkıştırırmış.
-Bunların hepsi dedikodu. İçinde olmadığımızdan
 Bilemeyiz, kimbilir kadına neler yaptı ki kadın
 dayanamadı gitti.
-Yok, yok ben sağlam yerden duydum. Bu biraz da
 aynı evde iki ailenin oturmasından kaynaklanıyor.
 Kayınvalide bunların banyo yapmalarına bile
 söylenirmiş. Karı kocanın fısıltılarından alınırmış.
 Ama yeni gelen eskisini aratıyormuş. Geçen gün
 kayınvalideyi evden hem de oğlunun yanında
 kovmuş.
-Bak buna sevindim. Gelen gideni aratır, dinsizin hakkından imansız gelir derler. Büyüklerimiz ne güzel söylemişler...
-Nereden nereye geldik. Bebek kime benziyor derken başladık Zehra hanımı çekiştirmeğe. Geçen gün Yeşil Hoca vaazda ‘dedikodu yapanlar ölü eti yer’ dedi. Allah göstermesin…
-Ama bizimki dedikodu yapmak değil ki, çene yarıştırmak!..
-Gel mevzûu değiştirelim. Bebeğe uygun bir ad bulalım. Elbisesi asortik, kibar ve asil bir ad, hem de yeni isimlerden olsun.
-Şimdi pek moda, Emel olsun mu?
-Öyle olsun, hadi adıyla yaşasın. Akşama adam gelince kulağına ezan okuyup ismini koysun.
-Alay etme Allah aşkına. Oyuncağa da ezan okunur muymuş?
-Bak en iyisi ne yapalım:  Mâdem oyuncak çocuğun, bırakalım adını o koysun...
Bebek dikildikten sonra çocuk çağırılır, bez evlâdı teslim edilir. O da bağrına basıp hemen sokağa çıkarak arkadaş-larına çocuğunu gösterir.
Her kızın oyun oynamak için “çeyizleri” olurdu. Çocuğunun yatağı, yorganı, değişik kıyafetleri… Bunun yanında, evcilik oynaması için, artık evde kullanılmayan kırık vazo, küçük fincanlar, tabaklar, eski bir kilim gibi... Bunlarla kız çocuğunun oyun araçları tamam olurdu. Ötesi çocuğun hayâl gücüne kalmıştı. Oyun yeri, evin bahçesi ya da kapı önü olup, sınırları bir çizgi veya küçük taşlarla belirlenirdi. Ön cephe açık bırakılır, burası kapı olur, eve üstten atlayarak değil, bu kapıdan girilirdi. Evin “inşaatı” tamamlandığında karşı tarafa hazırlıkların bittiği bildirilir, “güle güle oturun”a gidilirdi. Biri gelir, kapıya konmuş iki taşı birbirine vurur, içerdeki onu hiç görmüyormuş gibi seslenir:
“-Kim o?..
-Aç komşu, ziyarete geldim.
-Hemen geliyorum. Kapıyı açayım. Hoş geldiniz.
-Ben yandaki evde oturuyorum. Taşındığınızı görünce hoş geldiniz demek istedim.
-Sizin kendi eviniz mi bilmiyorum ama, taşınmak çok zahmetli iş komşu,  ancak yerleşebildik.
-Sizi işinizden alıkomıyayım.
-Hayır. Zaten bitmişti…”
Konuşmalar bu minvâl devam eder, tabii ki büyüklerin konuşmaları taklit edilirdi. Neler uydurmaz, neler konuş-mazlardı... Çocukların iyi okumadıklarından, yaramazlık-larından, yemek yememelerinden yakınılır; bu konu bitince huysuz kocalardan, kötü komşudan, semt esnafından, yatırlardan, kaynanalardan, geçim sıkıntılarından söz açılır, sohbet uzar giderdi…
Erkek çocuklardan o gün arkadaşlarıyla oynamak istemeyenler varsa, kızların oyununa iştirak ederdi. Bunlar daha çok bakkal, manav, fırıncı, doktor olurlardı. Hemen dükkânın, muayenehânenin yeri belirlenir, bakkallık yapacaksa iki kibrit kutusuna ip bağlanıp bir tahta parçasının iki tarafına asılarak terazi hazırlanır. Döğülmüş kiremit parçaları, otlar, çamurdan yapılmış ekmekler hazırlanır. Alış-veriş cam parçalarıyla yapılır, renkli ve büyükçe camların değeri yüksek olup, daha küçük camlarla para üzeri verilir. Paranın değerini bakkalla müşteri tesbit eder. Ara sıra da evlerden getirilen yiyecekler bakkala teslim edilir, o da dükkânında satıyormuş gibi, ama sadece getirene satar, başkasına vermezdi.
Oyun oynayanlardan yaşca küçükler sözde “ailenin çocuğu” olur, çok zaman bakkala onlar gönderilirdi. Grup kalabalıksa, okul ve öğretmen tâyini yapılır, talebenin seviyesine göre şarkılar öğretilir, tarih dersleri verilirdi. Bu oyunlar, çocukların evde-okulda yaşadıklarının küçük çapta tekrarlarıydı.
Seksek oynarlardı… Yere çizilen kareler üzerine konul-muş bir mermer parçası ayakla itilerek sürdürülürdü bu oyun. Usta oyuncular başkasına sıra vermeden oyunu tamamlarlardı. Attıkları taş çizgiye gelirse, oynayan sırasını devrederdi.
Yamalı ve yırtık elbiselerle, açlık ve sıkıntı içinde olsa da biz çocukluğumuzu dolu dolu yaşadık. Havanın bol oksijenlisini soluduk. Suyun mikropsuzunu ve temizini içtik. Bulabildiğimiz kadarıyla yiyeceğin en hâlisini ve tâzesini yedik. Sebzeyi-meyveyi bahçeden, bostandan, çok zaman yumurtayı tavuğun altından, kümeslerden aldık. Bir gün gelecek topatan kavunu yok olacak; o iri çekirdekli, bâzan da sarısına rastladığımız  Tekirdağ karpuzu bulunmayacak diye hiç düşünmedik...
Yeni nesil yokluğu bilemedi. Bizim neslin hatâsı ise, onlara, “alamıyoruz, veremiyoruz” gibi lâflar etmeyip her isteklerini yerine getirmek oldu. Onun için, devamlı isteyen bir nesil yetiştirdik. Bugün, teknolojinin yarattığı, ama bir zamanlar aklımızın ucundan bile geçmeyen yenilik ve rahatlıkları onlara sunarken, “keşke şimdilerde dünyaya gelseydim” demek hiç de içimden gelmiyor. Onlar da bizim gibi alın teriyle ve zaman içinde elde etselerdi, hazımlı olurlar, şükretmesini bilirlerdi diye düşünüyorum. Ben elli sene evvelini arıyorum. Ama onlar huzursuz ve her türlü yeniliklere çaba göstermeden sahip olmağa çalışıyorlar.
                                         * * *
Ağaçayırı’nda top oynayabileceğimiz iki alan vardı. Gündüzleri bizlerin, akşam üzerleri daha büyüklerin futbol sahasıydı buralar. Gün boyunca yedi-sekiz maç yapardık. Hiçbirimizde saat yoktu. Sünnetlerimizde gelen saatlerimizi de kırarız bozarız diye annelerimiz taktırmazdı. İlk saatime onsekiz yaşında sahip olmuştum. Babamın daire arkadaşı yenisini alınca bu Tissot marka saati taksitle satmıştı.
Bir tarafın galip gelebilmesi için biz de sayısal sınırlar koymuştuk. En geçerli olanı, “beşte haftayım, onda biten”di. Anlaşmayı baştan yapar, eğer vakit var da devam etmek istiyorsak gene tarafların rızasıyla maçı uzatırdık. Bu yüzden de bu maçlar hiç berabere bitmezdi. Oyun içinde bir taraf zayıf kalıp mağlûp oluyorsa, oyun içinde âni transferler yapardık! Ya birimizi karşı takıma sokar, yahut, gelip kenarda bekleyenlerden birini oyuna alırdık.
Top oynardık diyorum ama, top’u da tarif etmem gerekiyor. Top, kendi ürünlerimiz arasındaydı. Bez top, kâğıt top yapmak ustalık isterdi. Hızla yere vurulduğunda azıcık zıplayanlarını bile yapardık! Takım kaptanları iki takımda oynayacak çocukları seçerler, iki kale arası ayak ölçüsüne göre ayarlanır ve oyun başlardı. Bazı uyanık kaleciler, biz maça dalmışken taşları ayaklarıyla iterek birbirine yaklaştırır, kaleleri küçültürlerdi. Ender de olsa bir tenis topu bulmuşsak, onun sahibi takım kaptanı ve tek seçici olurdu. İsterse yetkilerini başkasına devreder, sevdiği arkadaşını oyuna alır, dargın olduğu veya devamlı mızıkçılık yapanları oyuna sokmazdı. Bu durum zorumuza gittiğinden, aramızda bir çözüm bulduk. Parasını biriktirip topu ortaklaşa alırdık. Akşamları topun kimde kalacağı konusu da ayarlanmış, o işi sıraya bindirmiştik.
Kâğıt topla oynarken maçın en heyecanlı yerinde, meselâ tam gol atacağımız sırada topun ipleri çözülüverir, üstüne üstlük ipler bir taşa veya çalıya takılır, perişan topumuz bir yere gidemez, tekmeyi yedikçe daire çizer dururdu. O zaman topun imalâtçısına kızıp söylenir ve topun tâmirine koyulurduk. Dolayısiyle “lâstik top” bizim için büyük aşamaydı, ama ne yazık ki bu toplar futbol hayatımızın sonuna doğru çoğalmağa başladı. Anlattığım, tüylü tenis topuydu. Çok zıpladığı ve biz de yalınayak oynadığımız için, kimi zaman yerleri, kimi zaman da birbirimizi tekmelerdik.
Maçlara öyle dalardık ki, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık. Alaca karanlıkta sıkı bir tekme yiyen top otların arasına uçtu mu, bulunması imkânsız demekti ve bu da maçın sonu olurdu. Ertesi günü elimizde kürekler-keserler, balta girmemiş ormanda ilerleyen safariciler gibi işe koyulur, gittiği yöndeki otları budayarak topumuza ulaşmağa çalışırdık. Bu arada toptan önce otların arasında iki-üç kablumbağa, birkaç da yılan bulurduk. Eğer şanslı günümüzdeysek bu ormanın içinde daha önce kaybettiğimiz bir topu da bulurduk. Ganimet top için bir kaide koymuştuk. Kaybolduğu süre içinde bulunmayan toplar, aradan zaman geçmişse bulanın olurdu.
Bu çalılıklar içinde hepimizin bir zula yeri vardı. Şahsımıza ait olup eve götürmek istemediğimiz öteberiyi buralara saklardık. Bu durumda ganimet kanunu işlemezdi, çünkü bunlar kişisel eşyalardı ve zula yerlerimiz birer özel dolap gibiydi.
Top oynarken bizler de Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray gibi büyüyebilecek semt takımları kurmayı hayâl ederdik. Arkadaşlarmızla Çayırspor’u kurmuştuk ama, yönetici, idareci, antrenör, malzemeci ve futbolcular olarak topu topu sekiz kişiydik. Dolayısıyle hepimiz çift görevliydik. Takımı kurmağa karar verdikten sonraki büyük problem, takımın forma renkleri meselesiydi. Konuşup tartışır ve herkes kendi tuttuğu takımın rengini önerirken, tam bir çıkmaza girdiğimizde rahmetli Mehmet çözümü getiriverdi…
“-Bana bakın, ne düşündüm. İyi güzel de, formaları alacak parayı nerden bulacaksınız?
-Biriktiririz…
-Oğlum, bayram geçeli bir ay oldu. Ne zaman biriktireceksiniz, ben haftaya maç bağladım?..
-İyi ama hemen maç bağlanır mı?
-Boş verin. Şimdi benim bir önerim olacak. Hem kimsenin kalbi kırılmayacak, hem de masrafı hiç yok gibi…
-Oğlum bizi merakta bırakma!
-Formanın rengi Türk Bayrağı gibi kırmızı beyaz olacak.
-Kabûl ettik diyelim. Nasıl bedava olacak, formayı bedava mı verecekler?..
-Hayır, önerim şu: Herkesin beyaz fanilesi var mı?..
-Var tabii…
-Mesele yok. Donlarımızı kırmızıya boyayacağız.
-Sen deli misin, nasıl boyarız?..
-Tenekeye donlarımızı atıcaaz, kırmızı boyayı döküp altına ateşi yakıp kaynattık mı bu iş biter. Çayırın bir köşesinde ben hallederim…”
Ertesi gün faaliyet başladı. Herkes evden donunu getirdi, ateş yakıldı, su taşındı boya ve çamaşırlar tenekeye atılıp beklenmeğe başlandı. Yeterli süre sonunda Mehmet elindeki değnekle çamaşırları bir bir çıkarıp “bu don kimin?” diye soruyor, sahibi elini kaldırıp alıyor ve kuruması için bir çalıya asıyordu.
Başlangıçta hiçbir problem yoktu ama, kuruma safhasında kırmızı-beyaz alacalı bir renk tonu çıktı karşımıza, yakından bakınca görülüyordu. Malzemeci formaların altını toplarken bir başka problem daha yaşadık. Hulûsi ille donunu istiyor, biz olmaz dedikçe “verin” diye ısrar ediyordu. Sonunda açıklamak zorunda kaldı. Çocuğun tek donu varmış, onu da bize getirmiş. “Ben şimdi eve nasıl donsuz giderim?” diye mücadele veriyormuş.
Bizim gibi “formaları olan” bir başka takımla maç yapmak istedik ama bulamadık. Çaresiz kalınca, başı bozuk, forması bile olmayan takımlarla maç yapmak tenezzülünde bulunduk! Bu yenilik ve atılım yapmış takımın en büyük destekçileri, bizim sokağın kızları idi. Her maçımıza gelip, “Çayırspor çok yaşa!” diye bağırır teşvik ederlerdi. Biz bu itelemenin şevkıyle ilk rakibimiz Belgratkapı takımını, ilk yarısı üç sıfır biten maçta ikinci devrede iki gol yiyip üç atarak 6-2 yendik. Maçtan sonra saha kenarında durum değerlendirmesi ve tenkitler yapıp, gelecek maçlarda hiç gol yemeden nasıl galip geleceğimizi konuştuk, huzur içinde dağıldık.
Çocukluk hevesiyle beş-altı kere değişik formalı takımlar kurduk ama, bizim mahalleyi aşıp formalı bir takımla oynamak kısmet olmadı. Ha, unutmadan söyleyeyim: Hulûsi ikinci maça çıkamadı. Annesi donunu yıkamak için almış, biz de onu pantalonla oynatmadık…
Büyük âbiler akşam üzerleri meşin topla maç yaparlarken biz kale arkalarında bekler, gelen ağır topa bir kere vurmak için koşuşurduk. Onları ağzında düdük, elinde saat olan hakemler idare ederdi. Bir kişi hariç şimdiye kadar hiçbirimiz resmî bir maç seyretmemiştik. Takım tutmada ağırlık Fenerbahçe idi. Pazartesi günleri toplanıp sonuçlar hakkında tartışırken Ümran bize maçı aynen Hâlit Kıvanç gibi naklederdi. Onu ağzımız açık dinlerdik:
-Abicim takım sahaya şu şekilde çıktı. Şükrü, Murat, Hilmi, Selâhattin, Samim, Kâmil, Erol, Lefter, Serâcettin, Müjdat, Halit...”
sonra kimin kime pas verdiğini, golü kimin ve nasıl attığını, hattâ hangi ayağının içiyle mi, dışıyla mı vurduğunu en ince ayrıntısına kadar anlatmağa devam ederdi. Fenerbahçe-Galatasaray maçlarını, hele tuttuğumuz takım galip gelmişse defalarca tekrar ettirir, doyamazdık. Ümran, bizim bunları papağan gibi ezberleyeceğimizi tahmin etmediğinden bâzan pas vereni ya da  golü atanın isimlerini farklı söyler, itiraz edince düzeltirdi.
Sonunda farkına varmıştık ki, Ümran maça falan gitmiyor, hayâl gücüyle tamamen uyduruk maçlar anlatıyordu.

No comments:

Post a Comment