NÂNECİ RIFAT ÂBİ

Nâneciler ve destancılar, sıcaklar hafifleyince sokaklardan daha çok akşam üzeri geçerler, mahalle neş’elenir, pencereler ve kapı önleri hareketlenirdi. Rengârenk külâhlara sarılmış nâne şekeri satarlarken İstanbul ağzıyla ve kelimeleri tane tane söyleyerek mâniler okurlardı. Bugünkü hoparlörlü satıcılar gibi mekanik ve yüksek volümle değil, insânî ses tonu, belirli melodi ve âhenkle duyururlardı kendilerini. Ağızlarından çıkacak mâniyi ezberleyip başkalarına satmak için pür-dikkat kulaklarımızı açar dinlerdik. Hani “sütte leke var onda yok” derler ya, nânecinin elbisesi, şapkası, hattâ ayakkabıları bile bembeyazdı. Sokağa giripte pencerelerde onu dinleyen hanımları farketti mi, mâniler peşpeşe gelmeğe başlar, tâ ki yaşlı bir kadının camdan müdâhalesine veya aynı sokakta oturan bir erkeğin köşeden gözükmesine kadar sürerdi. İtibar görmediği, güzel kızların olmadığı sokaklarda mâniler sadece şekerleri methetmekle kalır, öbür sokaklarda sözler daha âşıkâne olurdu:
Şekere esans kattım
Dün gece çok geç yattım
Aşkımı, acılarımı
Bu külâhlara sardım…
Sokakta onu dinlemekte olan bir genç kızın varlığını farkettiyse:
Tâzedir nânelerim
Tertemizdir giydiğim
O güzelin sokağında
Hem satar, hem söylerim
gibi sözler ederdi. O sırada çevresini çocuklar almış, ellerindeki paraları uzatmaktadırlar. Çocukların bu aşırı düşkünlüğü, şekeri sevdikleri kadar, ablaların, annelerin mâni dinlemek için yaptıkları cömertlikten de kaynaklanırdı. Etraf kalabalıklaşıyor ve talep çoksa o gün sokakta konser verilecek demekti. Alışveriş etmek için mâninin bitmesini elinde para beklemek gerekir,  o esnada satış yapılmaz. Birinci çocuğun şekerini verip hemen arkasından :
Nâne satıyorum nâne
Herkes alsın bir tâne
Hayâli gözden gitmez
Sevdiceğim bir tâne...
Mâniler yavaş yavaş, tâne tâne okunur. Âdeta herkese ezberletir gibi... Bizler çoğunu bilir, beraberce koro hâlinde okumağa başlardık. Eğer ilk defa okunan bir mâniyse herkes bir parçasını akılda tutmağa çalışır, sonradan parçaları ekleyip mâniyi tamamlardık.
Bu nânecilerin içinde en iyi tanıdığımız ve sevdiğimiz, Rıfat Âbi’ydi. Şöhreti, sattığı şekerlerden değil, bütün sokağı ilgilendiren büyük aşkı sebebiyle idi. O, bizim arka sokakta oturan Birsen Abla’ya âşıktı. Başlangıçta kimse farkına varmamıştı bu platonik aşkın. Birsen Abla’nın bile haberi yoktu. Durumu önce komşular farkedip beraberce izlemişler, sokağın bütün hafiyeleri karar verip diğer sokaktaki komşulara durumu haber vermişler. O kadar ki, biz çocuklar bile öğrendik. Rıfat Âbi’nin bizim sokakta işi bitip arkaya döndüğünde hepimiz peşinden gider, Birsen Abla’nın evine yakın bir yerde mevzilenirdik.
Durumu ortaya çıkaran Müzeyyen Teyze idi. Hergün sokağa dikilip onbeş-yirmi aşk mânisi okuyan nânecinin, bir gün pencereleri kontrol edip Birsen Abla’nın evde olmadığını farkettiğinde konseri üç mâniyle geçiştirme sebebini düşünüp yakıştırmış Müzeyyen Teyze. O zamanlar televizyon yok ki kadıncağızlar Brezilya’nın bitmek bilmeyen dizilerini seyretsinler… Camlarda-kapılarda bekleyip kendileri senaryo yazıyorlar! Ertesi günü Rıfat Âbi’nin mânileri sitem dolu sözlerden oluşunca, şüphe biraz daha artmış. Bir-iki komşuya anlatılmış ve hâdisenin ortaya çıkarılmasına karar verilmiş. Birsen Abla’yı da uyarmışlar. Bâzı günler onu saklayıp daha sonraki günler pencereye çıkartıp adamcağızı incelemeye almışlar.
Aşkını göremediği günün ertesinde Rıfat Âbi, ablamızı görünce başlardı döktürmeğe:
Yiyenler mutlu olsun
Gönlü umutla dolsun
Birsen bir o, demeden
Ömür nihayet bulsun…
Artık tereddüt yoktu. Şiirin içine sıkıştırılmış isimle yakayı ele veriyordu Rıfat Âbi. Kadınlar olayı aydınlatmışlardı ama, semtte de böyle gizli aşklar yaşatılmazdı. Anne-kız bir göz odalı bir yerde oturuyorlar, babasından kalan emekli maaşıyla kıt-kanaat geçinmeğe çalışıyorlardı. Birsen Abla kendini annesine adamış, otuzuna yakın, balık etinde, kumral, gösterişli bir kızcağızdı. Zamanında çok isteyeni olmuş, ama o karar verememişti. Şimdilerdeyse tren kaçmak üzereydi. Gülüşünü çok severdim Birsen Abla’nın. Hani “gülünce yüzünde güller açıyor” derler ya, işte öyle gülerdi. Güzel gün görmemiş, ama neş’esinden de kaybetmemişti. Onca meşakkate rağmen “gülebilen” bir insandı. Bu kadar methettim ama, onun küçük bir ârızası vardı. Bir ayağı diğerinden kısa olduğundan, yürürken belli-belirsiz aksardı.
Rıfat Âbi’ye gelince; tahminen otuzaltı-otuz yedi yaşlarında, karayağız, kıvırcık saçlı, uzun boylu, ağzı güzel lâf yapan ve tertemiz giyinen bir adamdı. Bekâr bir erkeğin bu kadar temiz giyinmesi mahalle hâtunlarının dikkatini çekerdi. O zamanlar şimdiki beş yıldızlı, lekeyi anında yok eden deterjanlar yoktu. Bu temizlik ancak “Öküzbaş Çivit”le elde edilebilirdi. Birgün sormuşlar; bütün temizliğini kendi yaparmış. Yıkar, kolalar, ütüler, giyermiş elbiselerini. İşi müsait olduğundan, eve gider gitmez iş elbiselerini askıya asarmış. Yemeğini kendi yapar, şeker külâhlarını hazırlayıp doldururmuş. “Benim yaptığım dolmayı, tatlıyı her kadın yapamaz..” diye övünürdü. Bâzan kadınlar Rıfat Âbi’den yemek târifi bile alırlardı. Hiç evlenmemiş. Çeşitli işlere girip-çıkmış. Kendi deyimiyle, pek sebatkâr değilmiş, arayış içindeymiş bu şekercilik işine girene kadar. Ama artık işini bulmuş. Şâir rûhu zaten başka iş yapmasına engelmiş. Şimdi iki düşüncesi varmış: Bir dükkân açıp seyyarlıktan sâbitliğe geçmek ve evlenmek!..
Bu kadar bilgiden sonra iş çöpçatanlara kalmıştı. İşe Birsen Abla’dan başladılar. Hafif yoklamalarla niyetini öğrenmeğe çalıştılar. Böyle bir konuyu düşünmediğini öğrenince de baskıya başladılar.
-Yakışıklı adam...
-Ekmeğini taştan çıkarır...
-Yaşı da sana pek münasip...
-Çöpsüz üzüm!..
-Bak, bu trenin son vagonu! Yetişemedin mi, annene bir hâl olduğunda tekbaşına kalırsın…
-Erkeksiz ev olur mu?..
-Bak seni de seviyor… Kızım, seni sevenle evlen, sevdiğinle değil...
Ağzından girip burnundan çıkarak Birsen Abla’yı râzı ettiler. Sıra Rıfat Âbi’ye gelmişti ve görev sokağın erkeklerine düşüyordu. Rıfat Âbi’yle görüşmeler çok olumlu çıkıp erkeklerden de onay alındı. Sanki sokakta referandum yapılıp bu iki insanın evliliğine karar verilmiş, işin resmîleştirilmesi kalmıştı.
Kızın annesine, bizimkilerin de içinde bulunduğu “kız isteme hey’eti” gitti. Rıfat Âbi kız tarafına bir kutu şeker gönderirken bizleri de ihmâl etmemiş, onu temsil eden ailelerin çocuklarına gönderdiği birer kutu şekerle bizleri kazanmıştı.
Her iki taraf da haberli olduğundan isteme işi gerçekleşip mutlu sona gelindi. Birsen Abla’nın çeyizi vardı. Biraz da konu-komşu yardım edince bir bahçe düğünüyle muratlarına erdiler. Sokağın nâmusu da kurtulmuş, bu olay herkese ders olmuştu. Erkekler artık sokağa giren nânecilere kuşkuyla bakıyorlar, hanımlarına-kızlarına, pencereye çıkmamaları için tenbihte bulunuyorlardı.
Rıfat Ağabey’i kaybetmiştik ama, hepimizin sevgilisi Birsen Abla’nın saadeti için buna râzıydık. Sonraları, gene bizim semtte açtığı şekerci dükkânına uğrar, alışveriş eder, ablamıza ve yavrularına selâm yollardık...
                                         * * *


No comments:

Post a Comment