MEKTEPLER


1940 yılında ilkokula Davutpaşa’da başladım. O zamanların okulları eski konaklardan bozma ahşap binâlardaydı. Semtin çok odalı yapıları satınalınır ya da kiralanır, okul hâline getirilirdi. Okullara isim koyma usûlü henüz yaygınlaşmamıştı ve okullar  numaralarıyla anılırdı. Okuduğum üç ayrı ilkokul; Davutpaşa’daki 25’inci, Kadırga’daki 63’üncü ve Samatya'da 29’uncu ilkokulların hepsi de ahşap konaklardı. Odalarında yüklük denilen kocaman dolaplar vardı. Isınma işi büyük dertti. Sınıflarda soba kurulur, hademe sabahları okul kaç sınıfsa o kadar sobayı yakar ve arada sönmesinler diye sık sık dolaşırdı. Ders sırasında hademe içeri girip sobaya odun atar, ateşi canlandırırdı.
Kocaman odalar ve bir sürü yaramaz çocuk… Bâzan itişirken soba boruları paldır küldür aşağı iner, sınıf duman içinde kalır, hademe koşup gelir, sıcak boruları birbirine ekleyip sobayı yeniden kurmağa çalışırdı. Biz de bu sırada dersleri üşüyerek yapardık. Bâzan odun biter, sırtımızda paltolarımız ve kalem tutamayan üşümüş parmaklarımızla ders yapmağa çalışırdık.
Sınıftaki yüklüklerin bir görevi vardı. Dersini bilmeyen ya da yaramazlık yapanları öğretmen oraya kapatırdı. Böylelikle hem ceza verilmiş, hem de öğrencinin dersleri oradan takip etmesi sağlanırdı. Sebebini hatırlamıyorum ama, birgün paydos zilinin çalmasına az kala öğretmen beni oraya kapattı ve kapının dışarıdaki kancasını takıp derse devam etti. İçerisi karanlıktı. Bütün sesleri duyuyor, küçük bir budak deliğinden de sınıfın bir kısmını görebiliyordum. Korkmamıştım ama, onurum zedelenmişti. Gerçi, sınıftaki herkes burayı bir kere ziyaret etmişti. Bense, o güne kadar yüklüğe hiç girmedim diye övünüyordum. İlk defa başıma geliyordu bu. Nefes almaktan bile çekinerek beklerken paydos zili çaldı. Delikten baktım. Son dersten çıkıp evlerine gitmek üzere arkadaşlar toparlanıyorlar, öğretmen de onlara nezâret ediyordu.
Sınıf boşalmağa başladı, beni hatırlayıp kapımı açan yok!.. Sesimi çıkarmıyordum, çünkü beni buraya kapattığı için öğretmene kırgındım. Gelip mandalı açmasını ve beni dışarı çıkarmasını bekliyordum. Sesler gittikçe azalmış, yalnız sınıfın değil okulun da boşaldığını hissetmiştim.
Birden paniğe kapıldım ve yüklüğün kapısını yumruklamağa başladım. Avazım çıktığı kadar bağırıyor-dum: “Kimse yok muuu?..” Birisi duyup da kapıyı açmazsa gece karanlıkta aç-susuz ne yaparım, evdekiler beni nerelerde ararlar diye düşünüyordum. Heyecan ve korkuyla sesimi arttırmağa, yumruklarım yerine tekmelerimi kullanmağa başladım. Okul içinde kalan biri varsa bu gürültüyü duymaması imkânsızdı.
Neden sonra ayak sesleri duydum. Sesler gittikçe yaklaştı. Birilerinin beni kurtarmağa geldiğini hissedince, deminki korkumun yerini gözyaşlarım almıştı. Yüklük kapısı açıldı. Beş-altı kişi beni seyrediyordu. Gittikçe dozu artan hıçkırıklar içinde, müdür, öğret-menler ve hademeler tarafından dışarı çıkarıldım. Duruma üzülmüşlerdi. Oraya neden kapatıldığımı bile sormadılar.
O günden sonra bu cezâ  bizim okuldan kalktı...
Babam, Gümrük Muhafaza Teşkilâtı’nda memurdu. Nedendir bilinmez, okullarda ilk gün çocukları kaldırıp künyesini okuturlarken babasının mesleğini de sorarlar. Her okul değiştirişimde bu sualle karşılaştım ve her cevaptan sonra bir “ooo.. mâşallah!..” cevabı aldım. Sanki nâmuslu memur olmazmış gibi!.. Ben, inandırıcılık derecesini bilemiyeceğim ama, başımı yukarı-aşağı sallar, “biz sizin zannettiğiniz memurlardan değiliz” demek isterdim.
İlkokulu bu kadar değişik yerlerde okumamın bir sebebi de, kiracı oluşumuzdu. Evlerin değeri beşyüz liraydı ama, babam ancak otuz lira maaş alıyordu ve biz üç çocuklu bir aileydik. Bâzıları büyüklerini suçlar: “Ah, insan bu fırsatı kaçırır mı? Ne yapar yapar bu evlerden bir kaç tane alırdı...” derler. Çoğu kimse, “İstanbul’da doğmuş büyümüşsünüz, bir yer sahibi olamamışsınız, böyle enâyilik olur mu?” diye, âdetâ “nâmuslu olduğu için” babamı suçlarlardı!
Oysa biz geçim derdinde bir aileydik. Mal sahibi olabilmek için ya boğazımızdan kesecek, ya rüşvet yiyecektik. Babamın görevi icabı, bâzı şeylere göz yumması için para teklif edenler çıkıyordu elbette. Ama o namuslu ve çocuklarına haram yedirmeyecek kadar müslüman,  onuruna düşkün bir insandı. Onun için de o teklif sahipleri, işlerini babamın bir üstündekilerle hâllederlerdi. Nitekim babam bulunduğu yerden rahatsız olmuş, Gümrük Muhafaza’nın üçüncü şahıslarla ilgisi olmayan Muhasebe Kalemi’ni isteyip tâyinini oraya yaptırmıştı.
Bizlere haram lokma yedirmedi. Şükretmesini öğretti. Mal-mülk sahibi olmadı, lüks bir hayat yaşatmadı. Belki ibâdet eksikleri vardı ama, Allah’ın huzûruna “kul hakkı”yla gitmedi. Yaşadığı müddetçe kiracılık yaptık. Kimseye borçlanmadık ve kimsenin malında da gözümüz olmadı…
İkinci devam ettiğim okul,  Kadırga Meydanı’na bakan yanyana iki okuldan biriydi. Nişanca’da otururduk ve kızkardeşim Sevil’le beraber yaz kış demeden okula yaya gidip gelirdik. Şimdilerde iki sokak ötedeki okula çocuklar servisle gönderiliyor! Ne annem, ne de babam taş yürekliydi. Ama İstanbul yaşanacak şehirdi. Bizim korkumuz sadece köpeklerdi ve aynı yolu gide-gele onlarla da dost olmuştuk.
Kalem, silgi kaybetmem sebebiyle babamdan çok azar işittim. Herkesin aynı sıkıntıyı çektiği o dönem silgileri ortasından delerek ipe geçirir, boynumuza asarlardı. Derste yanlış yazdığımız yeri silmek için, boynumuza bağlı silgi ipi yüzünden deftere doğru eğilmemiz gerekirdi Bu kolyelerin bir mahzûru da, şakalaşan çocukların silgi ipinden tutup çekmeleriydi.
Kurşun kalemler tam ortadan ikiye bölünerek bize verilirdi. Kalem kaybetmelere karşı bir tedbirdi bu. Küçülüp artık avuçlarımıza sığmayan kalemler için de çare düşünülmüş, ucu bilezikli kamışlar icat edilmişti. Küçülen kalem kamışın ucuna takılır, bilezik yukarı itilerek kalem sıkıştırılır, dolayısiyle neredeyse sıfıra gelene kadar kullanılırdı.
Notlar tutmak için, ucuz sarı kâğıtlı defterlerimiz vardı. Beyaz kaymak kâğıtlı defterler herşey için kullanılamazdı. Okul çantalarımız tahtadan yapılmış kutulardı. Küçücük çocuklar neredeyse kendileri ağırlığında çantalarla okula giderlerdi. O çantalar kışın kar yağdığında yokuşlar boyunca üzerine oturup kaymak için de elverişliydi. Ağırlığımızı çekemeyip kırılan çantaları babam çiviyle tamir ederdi. Eskiden Yenikapı Mevlevihânesi olan sur dışındaki Mevlâne-kapı (aslı Mevlevîhânekapı) Ortaokulu’nda okurken, oradan Silivrikapı’ya kadar yürürdük. Bâzan, aynı istikamete giden at arabası sürücülerine rica eder, çantalarımızı arabanın arkasına koyardık. Birgün, Mine isimli bir arkadaşımız gürültü-şamata sırasında çantasını arabadan almayı unutmuştu. Farkına varıp ağlamağa başlayınca, arabanın gittiği yöne doğru koşmağa başladık fakat arabaya yetişemiyorduk. Kazlıçeşme Karakolu’nun önüne kadar gelmiştik ki, telâşımızı gören karakoldakiler bizi çağırdılar: “Siz çanta mı arıyorsunuz?” diye sordular. Nâmuslu arabacı farkına varınca çantayı karakola teslim etmişti.
Ailede okuyan birkaç çocuk varsa, kitaplar büyük çocuktan bir sonrakine, sonra daha küçüklere devredilirdi. Kitaplar o zamana kadar parçalanmamışsa, akraba veya komşu çocuklarına verilirdi. Herkes  kitapları mukaddes birer emanet gibi titizlikle korur, yırtmaz, üzerlerini karalamaz, kendinden sonra okuyacaklara teslim ederdi. Kitaplar bayrak yarışı gibi elden ele geçerdi.
Çünkü bütün okullarda aynı kitaplar okunur, öyle zırt-pırt kitap değiştirilmezdi. Bilmemkimin yazdığı değil, Maarif Bakanlığı’nın “İlkokullar 3. Sınıf Okuma Kitabı”, yahut “4. Sınıf Coğrafya Kitabı” okunurdu. “Yurttaşlık Bilgisi” kitabında dönemin bakanlar kurulunun isimleri bulunur, onları biz de ezberlerdik.
Çünkü iktidarlar üç-beş aylık değillerdi. “Bakan” dedikleriniz, kitaplara isimleri yazılacak kadar kalıcı olurlardı...
Herkes elbirliğiyle sıkıntılardan feraha çıkmağa kararlıydı. Bizler de buna şartlandırılmıştık. Önlük, elbise, yaka, ayakkabı, kurdele.. pâdişahlık gibi büyükten küçüğe devrederdi. Kimse de itiraz etmez, “ben onun eskisini kullanmam” demezdi. Küçükler, bir süre sonra kendisinin olacak eşyaya kendi malları gibi sahip çıkar, korurlardı.
Bugünkü savurganlığa nasıl isyan etmeyelim, o günleri şimdi nasıl aramayalım? Bu gidişin kötüye varacağını, yaşadığımız tecrübelere dayanarak nasıl haykırmayalım?... Evet, yurdumuz işgâl edilmiş ve sıkıntılar savaş yüzünden olmuştu ama; şimdi de zengin ülkeler fakir ve güçsüz milletleri ekonomi silâhlarıyla vuruyor, işgâller sömürü savaşıyla gerçekleşiyor.
Ben, o zaman çektiklerimizden şikâyetçi değilim. Büyük bir harpten çıkmıştık ve birşeyleri yoktan yaratmağa çalışıyorduk. Herkes aynı sıkıntıdaydı. Bunlara göğüs germemiz gerekiyor, elle gelen düğün-bayram diyorduk. Keşke o tasarrufu devam ettirebilseydik de, “harcama hastalığı”na milletçe böylesine düşmeseydik, bugün zengin ve dertsiz ülkelerden biri olurduk.
Medeniyetin getirdiği yeniliklere karşı değilim. Bana ters gelen, borçlanarak birşeyler almağa çalışmamızdır. Modanın ve konforun sonu yoktur. Böyleyken, buzdolabını bir yıl sonra bir farklısıyla değiştirmemiz… Arabamızı fiyaka için son modele çıkarmamız… Lüzumlu değilse bile, “benim neden olmasın..” diyerek, gösteriş için cep telefonu edinme veya en pahalısını alma yarışımız… Hoparlör gücü gittikçe artan müzik setlerinin ille de en yükseğini alıp, evimizde-arabamızda, herkesi rahatsız edecek volümlerle çalma  görgüsüzlüğümüz… Satıcıların küçücük değişiklerle piyasaya sürdükleri ve insanların zaaflarını sömürerek tanıttıkları mamûllerin, kandırılmaya karşı savunmasız çocuklar gibi arsızca satınalınmasına karşıyım. Bunların hepsi tüketime yönelik, uyanıkları  zengin eden ve kitleler arasında uçurumlar açan tuzaklardır.
Hoş bir fıkra vardır. Amerika’da cam silen bir kadın başaşağı çöp konteynerine düşer. Bacakları yukarıda konteynerden kurtulmak için çırpınırken, oradan geçen bir Çinli, manzaraya bakar ve kendi kendine söylenir:
-“Şu Amerikalılar israfı ne kadar seviyorlar.. Baksana sütun gibi bacakları var, en az on yıl daha kullanılırdı…”
Akıl ve mantığın hâkim olduğu dînimizde israf haramdır. Doyumsuzluk sonucu arsızca  satınalma hırsının sadece aile bütçesine değil, memleket ekonomisine de zararı vardır. Ama bunu hiçbir politikacı Meclis kürsüsüne çıkıp anlatmaz, oy kaybından korkar. Medya,”reklâm kaybetme” endişesiyle bu konulara değinmez ve “yenilik” yutturmaca-larıyla kitleler tüketiciliğe zorlanır durur .
Samatya’da, şimdi adı Mehmet Âkif İlkokulu olan mektebimiz 29’uncu İlkokul’du. Müdürümüz İhsan Bey babacan ve otoriter bir insandı. Okul sabahtan akşama kadardı. Öğle yemeğinde eve gitmemiz izne bağlıydı. Velîmiz mâzeret bildirecek, müdürümüz izin kâğıdı verecek ve onu gösterince kapıdaki Fettah Amca’mız bizi dışarı bırakacaktı. Öyle herkes dilediği zaman çıkıp gidemezdi.
Başka okullarda da müzik hocalığı yapan Atadan Hoca müzik derslerimize gelirdi. Repertuvarı çok genişti. Önemli günlerde kendi nezâretiyle okul şarkıları söylememiz için özel bir koro hazırlamıştı. 23 Nisan’larda bütün çevre okullar Sulumanastır Meydanı denilen alanda toplanırdık. Semtteki okulların en kıdemlisi olan müdürümüz İhsan Bey açılış konuş-masını yapar, sonra İstiklâl Marşı söylenir, günün mânâ ve ehemmiyetini bildiren konuşmalardan sonra hep birlikte şiirler okuyup okul şarkıları söylerdik. Samatya ve Yedikule civarındaki Ermeni ve Rum okulları da bu merasimlere katılırlardı. Onların önlükleri bizimki gibi siyah değil kırmızıydı, alana gelirlerken onları hep birlikte alkışlardık. 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ve Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım günü okulları-mızda toplanırdık.
Her sınıf Yerli Malı Haftası’nı ayrı ayrı kutlardı. Bu haftanın bir amacı, Türkiye’de yetişen sebze ve meyveleri tanıtmaktı. Öğretmen yerli malı kullanmanın önemini anlatır, bizleri buna teşvik ederdi. Sanki istesek ithâl meyve yiyebilirmişiz gibi!... Meyvenin yerlisini zor buluyorduk.
Mürekkeple yazı yazmağa zorlanıyorduk ama, “dolmakalem”i bilen yoktu. Herkesin çantasının yanında özel örülmüş birer “dökülmez mürekkep hokkası” kılıfı vardı. Ne kadar dökülmez dense de, oynarken zıplarken mukakkak bir yerlerimize mürekkep bulaşırdı. Camdan veya mikadan yapılmış hokkalar, ağzı geniş, aşağıya doğru daralıp sadece kalem ucunun içine girebileceği şekilde yapılmış mürekkep mahfazalarıydı. Bunlara batırıp yazmak için, ucu değiştirilebilen kalem saplarımız vardı
Bâzan kâğıda damlayan mürekkebi, mürekkep silgimiz olmadığından jiletle kazırdık. Dedim ya, marifetli, el becerisi olan bir nesildik biz!.. Zedelenen kâğıdı tebeşir tozuyla tâmir ettiğimizde, böyle bir restorasyonu kolay kolay kimse farkedemezdi.
Karne zamanlarının yaklaştığı, derslerin azaldığı dönemlerde okulca geziler tertip edilirdi. Öyle otobüsle uzaklara filan değil, civardaki ağaçlıklı yerlere gidilirdi. Yiyeceğimizi çıkın yapar, suyumuzu da şişelere koyup geziye giderdik. Beslenme çantamız yoktu. “Çatma” denilen örtülere, yahut büyük ve temiz bir mendile, ekmek, peynir, zeytinimizi bağlar parmağımıza takardık. Maksat hem gezmek, hem de tabiat konusunda çocukları eğitmek, ağaçları kuşları sevdirmek, onlara zarar vermemeyi öğretmekti. Öğretmenin çevresinde bir daire oluşturacak şekilde oturur, kısa bir öğretici konuşmanın ardından şarkılar söyler, oyunlar oynar, yarışlar yapardık. Koşmaktan yorulunca gene sıralar hâlinde evlere dönerdik.
O tarihte bizim bağlı olduğumuz Fâtih İlçesi ilkokulları hakkında biraz bilgi vereyim:
Bu koca ilçenin tamamında 1944-1945 ve 1946 yıllarında 38 ilkokul varmış. 1949 yılında ise bir  artarak 39 olmuş. Bu okulların verdikleri mezun sayısı 1944’te 2180, 1949 yılında, 2022 ve 1946 yılında 2175 imiş. Bu rakamlar 39 okula bölündüğünde, her okulun ancak ortalama ellibeş çocuğu mezun ettiği anlaşılır. Her okulda iki tane beşinci sınıf olduğu düşünülürse, sınıf adedinin otuzu geçmediği görülür. Dolayısiyle diyebiliriz ki, sabahtan akşama eğitim gören o çocukların öğrendikleri, bugün sekiz yıl eğitim gören çocuklarınkinden fazlaydı. Öğretmen her talebeyi ve hepsinin ailesini tanırdı. Meselâ tarihî bir savaşı derste önce kendi anlatır, sonra çalışkanlardan başlayarak talebeye anlattırır, en kalın kafalı öğrenci bile, öğreneceğini derste öğrenirdi.
Çevrede ortaokul çok azdı. Erkekler için bir tek Davutpaşa Ortaokulu vardı. Kız çocuklarınsa, ancak Cağaloğlu’ndaki İstanbul Kız Lisesi’ne veya biçki-dikiş öğrenip yarı yolda okulu terketmek üzere yine Divanyolu’ndaki Kız Meslek Lisesi’ne gitme şansları vardı.
Beşinci sınıfa gelene kadar okuduğum bütün okullardaki öğretmenlerin hepsi yaşlıydı, hiç genci yoktu! Sık sık hastalanıp okula gelemezler, ya da ders yılının tam emekli olup bizi yarı yolda bırakırlardı. Ben beşinci sınıftayken genç bir kız öğretmen tâyin edildi. Perihan Hoca’mız, iddialı, otoriter ve bilgili bir insandı. O dönemlerde sınıfı geçmiş olmak diploma için yeterli değildi. Ayrıca ilkokul bitirme sınavları vardı. Öğrenci, mümeyyizler huzûrunda girilen imtihanlardan sonra  diplomasını alırdı. Mümeyyizler, sınıf hocası, müfettişler, öğretmenler ve müdürden oluşurdu. Çocuklar tek tek imtihana alınır, onlara sorular sorulurdu. Bu sistem bir anlamda sınıf hocasının da başarısını gösterirdi.
Perihan Hoca beşinci sınıfta bizleri alışılandan fazla sıkar, son dersten sonra salmaz, eve geç gideceğimizi velilerimize söylememizi tenbih ederdi. Talebe arasında okuma yarışı, bilgi, problem çözme yarışları yaptırırdı. O zamanlar “tahrir” dediğimiz, bir konuyu en güzel anlatma şeklinde ev ödevleri verirdi. Bunlardan bir kompozisyon yarışmasını üzerinden ellibeş yıl geçmesine rağmen hatırlarım.
Konu, “kâğıdın yapılışı”ydı. Evlerde ansiklopedi falan bulunmadığından, herkes, biraz okul kitaplarından, biraz aile büyüklerinden aldıkları bilgiyle dersi işlemiş, sınıfta okumağa başlamıştık. Hepimiz benzer ifadelerle, kâğıdın ağaçtan ve bazı işlemlere tâbi tutularak yapıldığını anlatıyorduk. Öğretmen okul numaramız sırasıyla bizleri teker teker çağırıyor, yazdıklarımızı okutuyordu. Sona doğru gelindiğinde, arkadaşlarımızdan Tâlia, yazdığı kompozis-yonu okumağa başladı. Bu kız, sınıfın en çalışkanlarındandı. Öyle tatlı bir üslûp ve akıcı bir dille yazmıştı ki, ayrıca öyle güzel okuyordu ki, bütün sınıf hayran hayran dinledik, iki-üç kere okuttuk. Tâlia “kâğıd”ı konuşturuyordu:
- “Küçücük bir tohumdum. Rüzgârda savrulurken bir gün toprağa yapıştım. Yaz ve kış geçti üzerimden. Serpilmeğe, büyümeğe başladım. Gövdem kalınlaştı, dallarım, yapraklarım çıktı. Üzerime kuşlar konuyordu. Çevreme, insanların oturup dinlenmelerini sağlayan gölgeler vermeğe başladım. O yaşlı insanlar yaz günleri hep varlığıma dua edip beni överlerdi. Sonbaharlarda yapraklarımı döker, kışın üşürdüm. İlkbaharı çok sever, o gelince süslenmeğe başlardım. Benden dökülen tohum-lardan çevremde genç fidanlar yetişmeğe başlarken, ben de artık yaşlanıyordum…”
Buradan sonrası hayli acıklıydı. Sınıftaki herkesin gözleri dolmuştu. Yazı öyle duygusal gidiyordu ki, Arap filmi seyreden büyüklerimiz gibi, zaman zaman hıçkırıklarımıza hâkim olamıyorduk. Ağaç, “birtakım adamlarca işaretlen-diğini, birkaç gün sonra ellerinde baltalarla gelen ormancıların onu nasıl devirdiğini, kaç parçaya ayrıldığını, kendi gibi bahtı kara diğer ağaçlarla birlikte bir kamyona yüklenerek fabrikaya nasıl gittiğini, sularda yuvarlandığını, Nazi kamplarında ölümü bekleyen esirler gibi nasıl parçalan-dığını” anlatıyordu. Daha sonra; elimizin altında duran ve üzerine çiziktirdiğimiz kâğıt hâline nasıl geldiğini hatırlatıp, kendisine gerekli ihtimâmı göstermemizi istiyor, “beni yırtmayın, karalamayın, yakmayın” diye nasihat ediyordu. Buna hangi vicdan dayanırdı!..
Her birimiz, elimizin altındaki kâğıdın o ağaçtan bir parça olup olmadığını düşünmeğe başlamıştık…
Bütün sınıf gibi ben de uzun zaman bu hikâyenin tesirinde kaldım. İyice düşünmeden, projemi tam hazırlamadan kâğıda yazı yazmaz oldum. Sanki ağaç gece rüyama girecek, parmağını bana doğru sallayıp, “..ben sana tenbih etmedim mi?..” diyecekti.
Perihan Hoca kısa sürede bizleri yetiştirip mezun etmişti ama,  aynı yıl ümitsiz bir aşk yüzünden kendi canına kıydı. Haberi öğrendiğimizde hepimiz günlerce yas tuttuk. Sadece ben değil, başka hatırlayan öğrencileri de vardır elbet. Allah rahmet eylesin.
Babacan okul müdürümüz İhsan Bey’in “kızılcık sopası” ünlüydü. En büyük korkumuz onun karşısına suçlu olarak çıkmak ve çocukların parmak uçlarına vurduğu sopayı tatmaktı. Hiç dayağını yemedim ama korkusu bana yetti. Bilhassa okula zarar verenlere karşı acımasızdı.
Kendi sınıf hocamızla veya diğer sınıf hocalarıyla okul zamanı ya da yaz tatillerinde sokakta karşılaşsak en kibar tavrımızı takınıp yolun kenarında “hazırol” durur, öğretmenin geçişini başımızla takip ederek selâmlar, sonra yolumuza devam ederdik. Bize öyle terbiye vermişler, öyle öğretmişlerdi. Hazreti Ali’nin, “bana bir kelime öğretenin kölesi olurum!” sözü sık sık tekrarlanır, öğretmenin kutsal görevi sebebiyle her zaman bu hürmete lâyık olduğu hatırlatılırdı.
Erkek çocuklarda saç uzamasına izin verilmez, kafalar berberde üç numara makineyle traş edilirdi. Kızlar saçlarını tarar ve taftadan kurdele bağlarlardı. 10 Kasım’larda beyaz yakalarımızı takmaz, simsiyah önlüklerimizle “mâtemde olduğumuzu” belirtirdik.  Yaka’lar annenin evlâdına sevgisini ifade ederdi sanki. Bembeyaz ve kolalı olurdu. Bâzan kola ölçüsü kaçan yaka tahta gibi sertleşir, boynumuzda dokunduğu yeri tahriş ederdi.
Her sene yeni önlük alınmadığından, birinci sınıfta bolca dikilen önlükle okulu bitirmeğe çalışırdık. Çocukların üstlerine bakarak yıpranma durumuna göre kaçıncı sınıfta olduğu tahmin edilebilirdi. Yeni başlayanların pırıl pırıl önlüklerinin yanında, büyük sınıflardakilerin önlükleri solgun ve yıpranmış olurdu.
Özel hoca tutma, ders alma, “kolej hazırlığı”, hazırlık dershanesi gibi konular yoktu. Yardımcımız, evdeki büyüklerdi. Ama onlarla da, değişen tedrisat sebebiyle anlaşamıyorduk. Matematik derslerine riyâziye, paralel çizgiye muvâzî veya muntabık, dörtgene murabbâ, dikdörtgene mustatil, üçgene müselles diyorlardı! Sanki iki ayrı ülkede yetişmiş iki nesil gibiydik. Sonraları benim çocuklarım okula başladıklarında, bizler de aynı sıkıntıları yaşadık. Modern matematik çalışırken bana soruyorlardı. “Baba, bu izdüşümselin düzlemsel ornatması nedir sence?..”. Ben hayretle dinlerken onlar da bana, “sizin kuşak da hiçbir şey öğrenmemiş” dercesine acıyarak bakıyorlardı. Modern insan, modern matematik, kimya, fizik… Herşey modernleşmişti artık!
İlkokul birinci sınıfta ilk günler bize çizgi çizmeyi ve tek tek harfleri öğretirlerdi. Büyük oğlum kelime kelime yazmayı, ondan sekiz yaş küçük oğlum da cümle cümle yazarak okumayı öğrendi. Benim ve iki oğlumun okumayı sökme sürelerimiz aynı oldu. Dolayısiyle, bu müfredat değişmelerinin ne fayda sağladığını anlamış değilim, herhâlde eğitimciler biliyorlardır. Aklımın almadığı bir başka husus, nice on yıllar boyunca Türkiye’de deneme okulu tabelası taşıyan kurumların, çocuklarımızı “deney tavşanı” gibi kullanmakla nereye vardıklarıdır. Bir çocuk derslerinde başarılı olduysa sınıfını geçer, olamadıysa ikmâle (bütünlemeye) kalır veya o sınıfı tekrar okur. Borçlu geçmek, kredili geçmek ne demek  onları da anlayamadım. Bu yaştan sonra da anlayamam zaten.
Ayda bir kere, okulun üçüncü katındaki sofamsı yerde sahne kurulup Karagöz oynatılırdı. Oyunların hepsi de öğretici vasıftaydı. Dersini çalışmayan Karagöz’ün tembel oğluna Hacivat’ın nasihatleri; komşunun meyve ağacına izinsiz çıkan çocuğun başına gelenler; söz dinlemeyeni bekleyen kötülükler gibi… Perde açılır, kısa bir saz semâisinin ardından  mum ışığı önünde önce Karagöz’ün silueti belirir. Tekerlemelerden sonra Hacivat’la sohbet başlar :
-Karagözüm senin bir derdin var galiba, söyle derdini, dermân arayalım.
-Fermâna gerek yok Hacivat Efendi. Bizimki nasihatle halledilir.
-Ne fermânı Karagözüm. Ben dermân diyorum yâni çâre .
-Kimin yüreği kaç pâre?..
-Öyle demedim, yâni senin bir üzüntün var, onu bana anlat...
-Haklısın, bizim oğlan haylazlık yapıyor, hocaları şikâyet ediyor. Sokakta topaç çevirip, mile (bilye) oynuyor ders çalışmıyor. Şuna nasihat etsen, biraz kulağını çeksen.. Okumuş adamsındır, seni dinler.
-Estağfirullah, öğrenmenin yaşı yoktur. İstersen ve gayret edersen sen de bilgili olursun. Sen çocuğu bana yolla, imtihan edip durumunu bir göreyim.
Karagöz teşekkür edip ayrılır. Biraz sonra ince sesli, ufak tefek bir çocuk perdede arz-ı endâm eder.
-Merhaba Hacivat Amca, beni  istemişsin.
-Merhaba evlâdım. Mâşallah seni sağlıklı görüyorum, tabağa kaşığı iyi daldırıyorsun galiba?
-Evet, iyi tahmin ettin ama geçen gün boğuldu...
-Kim?...
-Kaşık! Daldırıyorsun dedin ya. Çorbada çok tutmuşum kaşığı, boğuldu!
-Ben kaşığı sormuyorum. Yâni yemeği çok seviyorsun demek istedim. Yemişi de sever misin?
-Yok Hacivat Amca.
-Neden ?
-Bizim semte çok uzak. Babam bırakmıyor.
-Evlâdım ne semti?.. Sen Yemiş İskelesi’nin bulunduğu yeri söylüyorsun herhâlde. Ben elmayı mı, armutu mu seversin diye soruyorum.
-Her ikisini de değil. Ben Kel Arnavut’u seviyorum.
-O nasıl meyve hiç duymadım?
-Elbette duymazsın Hacivat Amca, bizim evin yanındaki bostanın bekçisi Arnavut Osman Amca ortada yokken biz ağaçlardan meyve koparıp yiyoruz. Onunla iyi geçinmek zorunda olduğumdan onu çok seviyorum.
-Ayıptır çocuğum, birisine haber vermeden ona ait birşeyi almak hırsızlıktır, günahtır, suçtur, sonra seni dama tıkarlar.
-İyi ama kiremitler kırılıp içeri yağmur girer ıslanırım!
-Dam dediğim yer mahpus damı, yâni hapishâne. Allah kimseyi demir parmaklıklar arkasına düşürmesin.
-O dediğin yeri gördüm. Zavallılar dışarı çıkamıyor, gelen geçene havlıyorlardı.
-Evlâdım onlar da insan, hiç havlıyor denir mi?.. Nerede gördün onları sen?..
-Cemil Paşa’nın konağında parmaklıklar arkasında bağıran köpekleri diyorum.
-Sen parmaklık deyince demirden yapılmış bahçeyi çevreleyen demir çubukları zannettin herhâlde. Ben mahpushâneyi, hani  suç işleyen insanların kapatıldığı yeri söylüyorum. Yâni hapishâne...
-Ben oraya çok sık giderim Hacivat Amca, bâzan da annem beni oraya kapatır.
-Nereye?..
-Apteshâneye.
-Bana bak çocuğum, babanın yolundasın. Artık iyileri örnek al. Ben onun şakalarından bıkmışken bir de sen mi çıktın karşıma? Bana sopayı aldırtma, doğru-dürüst cevap ver, yoksa kemiklerini kırarım. Baban buradan giderken “eti senin kemiği benim” dedi. Aklını başına devşir.
Çocuktan korku sesleri yükselir.
-Bır..bır..bır.. of, of… Peki Hacivat Amca ne sorarsan sor cevap vereyim.
-Oğlum kaç sene oldu okula başlayalı ?
-Dört...
-Peki kaçıncı sınıftasın ?
-Birinci...
-Söyle bakayım iblis, arkadaşlarından, hocalarından, akranla-rından utanmıyor musun? Babanın senin için yaptığı fedâkârlık-ları görmüyor musun?.. Adamcağız akşama kadar evin nafakası, çocuğumun tahsil parası, giyimi-kuşamı diye her türlü kılığa giriyor. Sen câhil mi kalacaksın? Hamal mı olmak istiyorsun? Okumayanların hâli meydanda. Hergün bana uğrayıp derslerin hakkında mâlûmat vereceksin, başıboş gezmek yok. Annene haber göndereceğim, bana uğramadığın günler sana yemek de verdirmeyeceğim. Sopayı kafanda kırarım, sen artık bana emânetsin. Hadi şimdi git derslerine çalış!..”
Konuşmalar böyle devam eder. Çocuk derslerine çalışmağa başlar, arkadaşları çağırdığı hâlde sokağa çıkmaz. Karagöz durumdan memnundur. Yıl sonu çocuk ikinci sınıfa birinci olarak geçer. Karnesini Hacivat’a getirip elini öper, hayır duasını alır. Hacivat da okumanın faziletlerini anlatır ve sahneden çekilirler. Bizler de bu kıssadaki hisseyi kapar, yol boyunca aramızda oyunu taklit ederek evimize dönerdik.
                                                 * * *

No comments:

Post a Comment