KOMŞULUKLAR ve PLATONİK AŞKLAR

O vakitler câmi, mezarlık ve yatırlarıyla uhrevî âlemi her an diri tutup ibâdetlerini eksiksiz yapmağa çalışan bu semt ahâlisinde kaç-göç, harem-selâmlık yoktu. İnsanlar öyle güzel ilişkiler içinde sevgi ve saygıyla kaynaşmışlardı ki, komşusundan kendisine maddî-mânevî zarar gelmeyeceğini herkes bilir, komşunun, komşu menfaatini, malını, canını, ırz ve nâmusunu kendisi kadar savunacağından herkes emin olurdu. Kız ve erkek çocuklar olarak bizler gündüz gece demeden sokakta, o kocaman çayırda top, saklambaç, körebe oynar, bâzan oturur sohbet ederdik. Yazları gece yarılarına kadar sürerdi bu oyunlar. Kimsenin annesi-babası kimseyi kıskanmaz, kimse kimseden şüphelenmezdi. Bilirlerdi ki, gençler kızlara göz-kulak olur, onları korurlardı.
Bu durum küçüklüğümüzde de böyleydi, gençlik günlerimizde de... Onlar bizim kız kardeşlerimiz, bizler de onların ağabeyi idik. Yabancılar onlara kötü gözle bakamazlardı. Tanımadığımız birisi bizim sokaktan birkaç kez geçip hele pencereleri kontrol etmişse, hemen sinyaller verilir, sokağın sonunda delikanlının yolu çevrilir, neden bu kadar sık gidip geldiği öğrenilirdi. Bırakın sokağı, semt insanları bile yabancıyı farkedip tetkike alırdı. Buna bir misâl başımdan geçen şu olaydır:
Otobüsten indim. Ziya ismindeki arkadaşımla karşılaşıp selâmlaştık. Ama onda bir durgunluk ve sinir hâli farketmiştim. Sordum:
“-Ne o Ziya, kimi bekliyorsun?..
-Kimseyi beklemiyorum, şimdi halk otobüsünden indim.
-Bir şey mi oldu, sinirli görüyorum seni?...
-Doğru. Şu ileride duran lâcivert ceketli piçi görüyor musun?..
-Evet...
-Ona çok kızdım. Gidip döveceğim.
-Neden, ne yaptı?
-Şu şekerciye giren sarı elbiseli kız var ya…
-Evet…
-O kız, babamın arkadaşının kızı.  Bu herif ona asılıyor.
-Nerden anladın.?
-Otobüste gözünü kıza dikmiş, işaret edip gülüyordu.
-E... Belki de kız yüz veriyordur…
-Hayır. Onu da tetkik ettim. Kız çok ciddî.
-Peki döveceksin anladım da, kızdan sana bir şikâyet geldi mi?
-Oğlum sen de amma geniş mezheplisin yahu! Herif başka semtten geliyor, bizim mahallenin kızına asılıyor, sen hâlâ kız şikâyet etti mi diye soruyorsun. Haddini bilsin, dışarıda yapsın zamparalığını!
-Bak kız şekerciden çıktı...
-Dur bakalım takip edecek mi?.. Bak gördün ya arkasından gidiyor. Artık şüphe kalmadı, ben çevireyim de görsün gününü…”
Serde delikanlılık var ya! Arkadaş yalnız bırakılır mı? Beraberce delikanlının yanına sokulduk. Ziya:
“-Arkadaşım, bi dakka durur musun... Nerede oturuyorsun sen?
-Şehremininde.
-Ne işin var bizim otobüste?..
-Niye, binemem mi yâni?..
-Elbette binemezsin? Ben seni otobüsten beri tâkip ediyorum, bizim mahallenin kızına asılıyorsun?”
Delikanlı yiyeceği sopanın farkına varmıştı. Ya inkâr edecek, ya dövülecekti. Derhal tercihini yaptı:
“-Yok kardeşim, kimseye asılmıyorum. Ustamın evi Bala’da oraya gidiyordum. Otobüste gözüm kıza takıldı ama kötü bir niyetim yoktu.
-Bana bak, ben bu numarayı yutmadım, seni devamlı tâkip edeceğim. Bir daha bu kızın peşinde görürsem çok fena olur, bir araba dayak yersin. Boşver Bala’ya patronun evine gitmeyi, geldiğin arabayla dön...”
Çocukcağızın söyleyecek bir şeyi yoktu. Ağzında bir iki  mırıldandı, koşar adımlarla yanımızdan uzaklaştı.
Delikanlılık çağımızda elbet bizler de semt kızlarıyla ilgilendik. Ama işin raconu vardı. Bir kere kızın sana pas verdiğini anlaman gerekiyordu. Aynı sokaktan bir sabah bir de akşam iki kere geçebilirdin ama, pencerelere öyle gözünü dikip bakamazdın. Kaçamak, gözucuyla kızı gördün, gördün… İşte hepsi bu kadar! Eğer alev bacayı sardıysa, o sokakta oturan delikanlılarla arkadaşlık kurman, onları haberdar etmen gerekirdi. Ortak bir dost bulunur, mesele anlatılır, kızın fikri sorulur. Elbet evlenmek sebebiyle değil ama, kızın da gönlü varsa, senden hoşlanıyorsa, aile büyüklerinin dikkatini çekmemek şartıyla o sokaktan birkaç kere geçmene, usûl ve erkânıyla işaretleşmene müsaade edilirdi. Eğer kızın ağabeyi veya konuştuğu bir çocuk varsa, o zaman ânında bu geçişlere ambargo konur ki, mesele kapanmış demektir. Artık ısrar edilmezdi. Bu kurallar kendi-liğinden oluşmuştu, hiçbir yerde kayıtlı, yazılı değildi. Ama, itirazsız işleyen, sokak, hattâ mahalle raconuydu bu.
Eğer durum müsait ve şartlar lehineyse, mesele kıza ulaşmak ve onunla tanışmaktan ibaretti. Sokaktan geçerken kız penceredeyse bir iç çekiş, belli belirsiz karşılıklı tebessüm veya el başa götürülüp saç düzeltiliyormuş hareketiyle selâmlamak, başlangıç mesajı için yeterliydi. İş, kızın ilgi şiddetini ölçmeğe kalırdı.
Konuda tecrübeli bir arkadaşımızı bilirkişi olarak yanımıza alır, onun fikrini öğrenmeğe çalışırdık. Tabii önce kızın güzel olup olmadığı, ilgisinin, bakışındaki elektriğin şiddeti ölçülür, görüş istenirdi. “Tamam güzel kız, sana bakışı da konuşmak istediğini, seni beğendiğini anlatıyor” onayı alınır, bu yoklamalardan geçildikten sonra, artık tanışıp-konuşma fırsatı aranırdı.
Görüldüğü gibi, bizim dönemimizde aşkın başlangıcı bile romantikti. Sevgiliye erişmek, onu sevmek, onunla beraber olmak isteği bizden evvelki ve bizim gençliğimizde bestelenen şarkı sözlerinde o kadar güzel anlatılır ki...
-“Derinden bakınca gözlerinize, neden başınızı öne eğdiniz?..”
-“Geçti hayâl içinde bu ömrü derbederim…”
-“Seni sevda çiçeğim, tâc-ı serim / Bilemezsin seni ben ne kadar çok severim…”
-“Sevdi gönlüm ey melek simâ seni…”
-“Bahçemde açılmaz seni görmezse çiçekler…”
-“Bana bir zâlimi, Leylâ diye sevdirdi felek…”
Bunlar sadece birkaç örnek. Öyle güzel güfteler vardır ki sevgiliyi yücelten, onu erişilmez yerlere çıkartan… Elbette o romantik dönemin aşkları böyle ifade edilirdi.
Sâdun Aksüt yine bir başka toplantıda bu konu üzerinde konuşulurken:
“-Evet, ben de şimdiki döneme uygun bir güfte yazdım…”
dedi ve aklımda kalan şu mısrâları söyledi:
-“Seni bekliyorken durakta,
   Çocuğu unuttum oturakta!”
Son yıllarda yapılan bestelerin güftelerini karşı-laştırmanız bile aradaki farkı ortaya koyar.
Kızla tanışmanın da çeşitli yolları vardı. Kız sokağa o kadar seyrek çıkıyor ki, bu fırsatı yakalamak başlıbaşına bir problemdi. Önce ona yaklaşınca söylenecek sözlerin ezberlenmesi lâzımdı. Kekelemeden, az sözle çok şey anlatabilmek için provalar yapılır, kıza müsait bir yerde yaklaşıp makinalı tüfek gibi meram anlatılırdı. Tabii o heyecanla ne kız söylenenin, ne de sen söylediğinin farkına varırdın. Mesele belli, niyet belli… Elbette kız hemen peki demeyecek. Israr gerek! Sonunda kız konuşur, çünkü o da hazırlığını yapmıştır, ne söyleyecek, ne cevap vereyim diye... Belki böyle birkaç olay geçmiş, kimi delikanlı aşkını yolda itiraf etmiştir...
-“Sizi beğeniyorum ama ben yalnız başıma sokağa çıkmıyorum. Onun için görüşmemiz imkânsız. Niyetiniz ciddiyse ailenizi gönderin…”.
Bu en kötü cevaptı. Halbuki biz önce anlaşmalıydık. Demek ki bu kız hemen evlenmek istiyor! Oysa biz hazırlıklı değiliz, işimiz-gücümüz yok, evlilik bizim neyimize? Belki ilerde olur ama, şimdi pek acele… Daha önce konuşup birbirimizi tanımamız gerektiğine kızı inandırmağa çalışır, birkaç konuşma, elele gezme veya en hiç olmazsa mektuplaşma teklifleri yapardık. Önerilerden biri kabûl edildiği an sanki dünyalar bizim olmuş, hasret bitmiş demekti.
Buraya kadar olanlar ve kızla birebir görüşme için heyecanlanmayıp kızı ikna edebilmek, tecrübe isterdi. İkinci usûl ise, başlangıçta konuşup anlaşmadan aşkımızı mektupla ifade etmekti ki, bu da elbet posta kanalıyla olamazdı. Aynı mahallede oturan bir akraba kızı veya kızı tanıyan bir arkadaştan yardım isterdik. Bu imkânlar yoksa, bir fırsat bulup mektubu kızın cebine aktarmak gerekirdi. Sonra, kızdan gelecek cevabı kollama dönemi başlardı. Yazlık sinemalar, pazar yerleri, dolu bir otobüs bu iş için ideal yerlerdi.
Mektup gideceği yere ulaştırıldıktan sonra uykusuz geceler, sokak lâmbalarının ışığı altında arkadaşlarla dertleşmeler, bu aşkın büyüklüğünü tarif gayretleri, hasretin kötülüğünden dem vuruşlar ve arada bir “aah, ah!..” diye iç çekişlerle yangının büyüklüğünü anlatışlar... Takip eden günlerde, cevap almak için kapı önü turları başlardı. Bu turlardan çok kötü sonuçlar alınabilirdi. Sokağa girer girmez kızın seni gördüğü an elindeki mektubu parçalara ayırıp sokağa konfeti gibi serpmesi tam bir felâketti! Olayı buraya kadar getirip o heyecanı yaşadıktan sonra bitiriveren kızlara bir isim takmıştık: “Fındıkçı!”…
Olumlu ve buluşma mahallini belirten bir cevap aldığımızda, sanki yürümemiz değişirdi. Çünkü artık bizim de bir sevgilimiz, konuştuğumuz bir kız vardı. Şimdiki gibi evin kapısına gelip kornaya basacaksınız, kız aşağı inip arabanıza binecek ve bütün sokağın bakışları arasında gaza basıp gideceksiniz… Böyle yağmalar yoktu elbette. Tenha, kuytu, kimsenin sizi göremiyeceği yerler bulmanız gerekirdi. “Elbette öpüşmek-koklaşmak için tenha yerler seçilir..” diye düşünenlere hemen şunu söyleyeyim: Hayır, bizim zamanımızda en ileri safha, kızla elele tutuşup biraz yürümekti. Ne demek öpüşmek?.. Sonra kızı almazsak adı çıkardı garibin. Elin kızının nâmusuyla oynanır mıydı? Bu iş delikanlılığa sığar mıydı?...
Şimdilerde “delikanlı” geçinip böyle düşünmeyenlere duyurulur…
Yola çıkarken Samatya tramvay durağında beklemeğe başlardık. Kız uzaktan görünür, belli belirsiz bir tebessümle yolcuların arasına karışıp aracın gelmesini bekler, sonra ayrı ayrı binerdik. Aksaray’a yaklaşıldığında kızdan, “tanıdık kimse yok!” sinyali aldığımız an sohbet başlardı. Bizim o zamanlar tercih ettiğimiz yerler Gülhâne veya Yıldız parkları, vakit ve nakit varsa Adalar’dı. Dolayısiyle, zaman ve madde olanaksızlıkları yüzünden ilk buluşma tercihimiz Gülhâne Parkı olurdu.
Hey gidi zamparalıklarımız!.. El ele tutuşup göz göze bakışarak platonik takılmak için katlandığımız şeylere bakınız!.. Hiç de şikâyetçi değildik. Neredeyse bir ay süren böylesi mâcerada şu âna kadar çekilen heyecan, doğrusu yaşanmağa değerdi.
Şimdilerde bir söz var, onu tersine çevirip söyleyeyim:  Biz “neticeci” değildik,  “haticeci”ydik!
Komşuluklara gelince…
Bütün evler bahçeliydi. Bir köşesinde domates, maydanoz, soğan ekilir, bir başka köşesinde de bir kümes ve birkaç tavuk olurdu. Buradan ailenin az da olsa yumurta ihtiyacı karşılanırdı. İnsanlara iki göz oda yetiyordu. Arsanın geri kalanı da çeşitli ağaç bulunan meyve bahçesiydi. Öyle bereketli ağaçlardı ki; evde oturanlar yer, komşulara “göz hakkı” gönderilir, ev sahibi ayrı bir yerde oturuyorsa onun da hakkı yollanırdı. Semt pazarlarında çeşitli meyveler satılırdı ama, bunlar daha çok İstanbul’da yetişmeyen veya turfanda ürünlerdi. Onlar dışında herkes kendi bahçesinde yetişen meyveleri tâze olarak yerdi.
Sabah kalktığımızda, mevsimine göre dut veya incir ağacının dallarına tünerdik. Şimdi çevrenizdeki çocuklara sorun bakalım, içlerinden kaçı herhangi bir ağaca tırmanmış mı? Bu da hüner isteyen bir işti. Biz, Tarzan misâli bâzan ağaçtan ağaca geçer eğer yakınsa evin damına kadar bu ağaç yolculuğunu sürdürürdük. Doyduktan sonra meyve savaş-ları başlardı! Ağaçtaki olgun veya henüz bir-iki gün daha beklenmesi gereken meyvelerin yerlerini bilirdik.
Çıkılamıyacak yükseklikteki meyveler için daha çok yaşlıların işine yarayan, ucu istavroz biçiminde yarılıp arasına ağaç kama sokulmuş sopalar vardı, bunlara “lâle” denirdi. Dut ağacının uzanamadığımız dallarındaki meyvelerini toplamak için, kadın ve çocuklar alta çarşaf gererler, ağaca çıkan birisi, ancak olmuş meyvelerin dökülebileceği şiddette tekme atarak dalı sallar, meyveleri çarşafa dökerdi.
Yokluk vardı ama, insanlar huzurlu, mes’ut, sevgi dolu ve yardımseverdi. Türkiye’nin çeşitli illerinden gelmiş kimseler daha önce gelenlerin hayatına uyum sağlar, memleketindeki kıyafet, davranış ve diğer yaşantılarını burada sürdürmeğe çalışmaz, bu şehre adapte olurlardı. Çünkü, gelenler “azınlık”tı ve İstanbul’da yaşayanlara ters düşmemek için onlar gibi davranmağa, İstanbul şîvesini konuşmağa çalışırlardı
Düğünde, hastalıkta, ölümde bir araya gelinir, samîmî bir  yardımlaşma yaşanırdı. Bu üç durumdan birini yaşayan evde yemek pişirilmez, en fakir komşu bile bir tas yemek, bir çorba, bir pilavla bu ulvî göreve katılırdı.
İnsanlar birbirleriyle konuşmak, dertleşmek ihti-yacındaydılar, öyle saatlerce başına geçip seyredecek televizyonları yoktu!..
Çelik kapı, şifreli kırılmaz kilitler yoktu. Hepsi evvel Allah’a sonra da komşuya emânetti. Hırsızlık yoktu. Hiç yoktu demek değil elbette… Zengin semtlerin konaklarına herhâlde giriyordu ama, fakir  mahallenin fakir evlerinde hırsız ne yapsındı? Bizim evlere girse belki hâlimize acır, para bile bırakırdı!
Sokağa yeni taşınanlara “hoş geldiniz”e gidilir, bir ihtiyaçlarının olup olmadığı sorulurdu. İlk gideni öbür komşuları kıskanırdı. Yeni evli çiftlerin eşya ihtiyaçları varsa herkes seferber olup birbirini uyarır, herkes fazla eşyasından verir, böyle güzel bir imece daha yaşanırdı.
Bu kaybolmuş geleneklerimizi yazarken duygulanıyor, zaman zaman ağlamaklı oluyorum. İsterdim ki bunlar gençlerimize okullarda ders olarak okutulsun. “Yok olmuş bir nesil böyle yaşardı” dersi…
Bakkallar birbirine yakın değildi. Komşu teyzeler hepimizin adını, hızını ve aklını bilirdi. Acele gereken birşey varsa kardeşim Sevil’e görev verilirdi. Çok acelesi olmayan bir şey alınacaksa ben gönderilirdim. Çünkü etrafı seyrede-ede hiç telâş etmeden alıp gelirdim. “Onu ilâca gönderin, hasta ölür o da gelir!..” diye ünlenmiştim. Komşu teyzelerden biri: “Evlâdım şuradan iki ekmek al gel..” diye seslenmişse, oyunu en güzel yerde bırakıp gitmek zorundaydık. Bu önce, kalbe şartlandırılmış bir kutsal görevdi… Sonra da, komşu teyze anneme-babama şikâyet eder korkusu vardı! Koşa koşa gider, hizmeti yerine getirirdik.
Askerlikteki ast-üst rütbeleri gibi, bizden iki-üç yaş büyükler “âbimiz”, kızlar “ablamız”dı. Yanlış bir hareketimizde bizleri uyarır, azarlar, bağırırlardı. Bu onların yazılı olmayan yetkileriydi. Aile büyüklerimiz bu işe ses çıkarmazlardı.
Bugünkü gibi “muhabbet kuşu” değil ama, çoğu evde saka, flurya, iskete gibi yabânî ve ötücü kuşlar beslenirdi. İlkbahar ve sonbaharda çayırın bir ucuna ağlar kurulur, yakalanan kuşlar içinde beğenilenler alıkonur diğerleri serbest bırakılırdı.
Her evin bir kedisi vardı ama, kedi genellikle evin içine giremez, bahçede muhafazalı bir yerde yaşardı. Öyle hazır mamalarla değil, önüne konan ev yemeği artıklarıyla doyurulurdu. Kedilerin renklerine göre isimleri olurdu. Sarılar sarman, siyahlar arap, kırçıllılar tekir, beyazlar pamuk... Sokağımızda köpeklerimiz de vardı, ibo, çomar, kurt gibi isimlerle çağrılırlar, sokağı beklerlerdi.
Çocuklar insan ve hayvan sevgisini birlikte yaşar-lar, o hayvanlardaki sadâkati görürlerdi. Yabancı birisi ancak çobanın kontrolünde yoluna devam edebilirdi. Üstü başı kirli, yırtık insanlar sokak sâkinlerinin vizesiyle geçerlerdi. Dilenciler çok zaman bizlerden yardım istiyerek yollarına devam ederlerdi. Hayvanlara herkes sahip çıkar, onlar hakkında hikâyeler anlatılırdı. Ölen hayvanın arkasından bütün çocuklar yas tutar, çukur kazıp gömer, yeri belli olsun diye başına bir de taş dikerdik. Böyle bir merâsimin üstüne bizleri teselli eden bir yaşlı amcanın anlattığı fıkra aklımdadır:
“Sizin gibi sevgisini köpeğine vermiş bir adamın Çomar’ı ölünce, sizin yaptığınız gibi böyle bir mezar kazdırmış, ama hayli abartmış. Çevresine duvar ördürmüş, mezara çiçekler diktirmiş. Bunu görenler zamanın kadısına şikâyet etmişler. Kadı köpeğin sahibini huzuruna çağırtıp:
-“Bre nâdan, görmemiş herif, utanmaz adam, köpeğine bir insan gibi tören yapıp, mezarını imâr etmeğe nasıl cesaret edersin. Onun bir hayvan olduğunu bilmiyor musun? Çevrede fakir fukara dolu, senin bu densizliğin insanlığa yakışıyor mu?..”
diye bağırıp dururken adamcağız birşeyler söylemeğe çalışırmış ama, kadı efendinin sözünü bir türlü kesemezmiş. Kadı bir ara öksürmek için duralayınca adamcağız fırsatı kaçırmamış:
-“Kadı hazretleri, söylediklerinizde haklısınız da, bu köpek kadar iyilik sever, başkalarını düşünen bir mahlûk daha dünyaya gelmemiştir. Hattâ bakınız vasiyetinde sizi de düşünüp ikiyüz altın bıraktı…” deyince Kadı Efendi yumuşayıvermiş:
-“Deme yahu! İşte bak insanlar nasıl da birbirini çekemez olmuşlar. Seni ve köpeğini bana nasıl da kötü anlattılar..”
diyerek adamı mirası getirmesi için yollamış. Adam elinde altın dolu keselerle geri geldiğinde:
-“Buyrun kadı hazretleri, işte çomar itinin size bıraktığı miras..” demiş. Kadı:
-“Estağfirullah, o ne biçim lâf? Hiç it olur mu?.. Bizim yabancımız mı? Çomar dostumuzdur…” demiş.”
O tatlı amca bu hikâyeyi anlattıktan sonra bize: “Aferin çocuklar. Size bekçilik yapan ve sevdiğiniz bu köpeğe gösterdiğiniz hareket çok yerindedir. İnsanları, hayvanları, bitkileri böyle sevin, ama aşırıya da kaçmayın” diye nasihat etmişti…
Her evin muhakkak bir kuyusu vardı. Buradan evin temizlik için gerekli suyu çekilir veya buzdolabı yerine kullanılan bu kuyulara sepetler içinde yemekler  sarkıtılırdı. İpin ucuna bağlanan testi veya yemekler tam yemek zamanı çekilip ısıtılır. Ender de olsa, bâzan yukarıya çekilen yemeğin ipi kopar, suyun içine düşerdi. Bu işte ustalaşmış birisi, ucuna çengel takılmış bir iple suyun içinde sepetin bir tarafından yakalar, hiç olmazsa kabı kurtarmaya çalışırlardı. Kuyunun suyu yakın, girişi de kolaysa içine girilirdi.
Şimdi evindeki buzdolabını beğenmeyen, “no frost” veya “derin dondurucu” istiyenler o şartlarda yaşasalardı ne yaparlardı kimbilir? Ard arda gelen yenilikleri hemen elde edebilme hırsı, “kazanmadan harcama” sayılan taksitli satışlar, ödeme günü gelince karşılaşılan problemler; birinin elindeki mala-mülke karşı ötekinde oluşan haset duyguları, ahlâk, saygı ve sevgiyi tanımayan bugünü getirdi.
Siyasîler kendi menfaatleri doğrultusunda getirdikleri yasaları o kadar serbest uygulamayıp hesapsız tüketim malları ithâliyle milleti bu kadar özendirmeselerdi, herhâlde insanların alım hırsları böylesine azmaz, dolayısiyle rüşvet, zimmet, hırsızlık, eşkıyâlık, kokuşmuşluk bu derecelere varmazdı.
Medeniyetin getirdiği nimetlerden yararlanmak  elbette ki hakkımızdı. Telefon da, buzdolabı da, çamaşır makinası, televizyon da lüks değil, ihtiyaçtı. Ama, ayağımızı yorganımıza göre uzatmasını bilemedik. Herşeyin hemen sahibi olmağa kalktık. Onun için de kolay kazançlı işler, köşeyi dönme yolları aramağa başladık. Şimdi de “neden bu hâle geldiğimizi” merak ediyoruz! Toplumun özendiği kimseler yabancı markalı eşyalarını hergün televizyon ekranlarında teşhir ederek, kötü örnek olmayı sürdürüyorlar.
Kuyunun soğukluğu sıcak yaz günlerinde kâfi gelmediğinden, babam Samatya’da trenden iner, kalıp kalıp buz satan buzcuya uğrar, bir parça kestirir, testereyle çentik atılan buzun etrafına bağlanan ipe parmağını geçirip damlata damlata eve gelirdi. Eve gelen buz, üzerine temiz bir bez örtülüp keserle parçalara ayrılır, kendine güvenen bardağına buz atar, hastalıktan korkanlarsa buza yasladıkları şişenin soğumasını beklerlerdi. Babam yorgun ve terli geldiğinde beklemez, bir parça buzu bardağa atarak suyunu içerdi. Bu konuda nasihat verenlere anlattığı bir de fıkrası vardı:
Çobanın biri, yaz günü buz gibi akan dere kenarında dizini yere koyup su içerken oradan geçen bir şehirli ikaz etmeğe kalkmış:
-Evlâdım, terlisin, böyle buz gibi suyu sıcak midenin üzerine içersen hastalanırsın…
Organlarını tanımayan çoban, üşüyecek yer diye suya değen dizlerinin kastedildiğini sanmış:
-Aha ben otuz senedir (dizlerine vurarak) bu midelerimin üzerine eğilip su içerem, heç bir şey olmadı… demiş.
Her evde muhakkak bir küp ve bir testi vardı. Testiler ıslak beze sarılıp pencereye konulur, böylece suyun soğuk kalması sağlanırdı. Evlere henüz su gelmediğinden her mahallede birkaç terkos çeşmesi vardı. Herkes bu çeşmelere kollar, suyun ziyan olmaması için muslukları tâkip edip kapatırlardı. Semt nüfusu arttıkça bu çeşmelerden su almak problem oluyordu. İncecik parmak kalınlığında akan su için elimizde kovalarla bekler dururduk. Su “mâ-ı lezîz”di ve “azîz”di, suya dair birçok atasözü vardı. Bugün susuzluk nedir bilmeyenlere bu sözler belki de anlamsız gelecektir:
-Su gibi azîz o.
-Su içene yılan bile dokunmaz.
-Su uyur düşman uyumaz.
-Su küçüğün söz büyüğün.
-Su akar deli bakar.
-Su gibi harcamak…
Su getiren sakaların da fakiri ve zengini vardı. Mesleğe yeni başlayanlar, omuzlarına koydukları bir sırığın iki ucundan sarkan tenekelerle bu işi yaparlardı. Biraz sermayesi olanlar, dört teneke taşıyan eğerlikli-eşekli suculardı. İşi geliştirmiş olanlarsa, atlı arabaya tenekeleri dizen suculardı. Sular kesildiğinde çevredeki “akar çeşme”lere gidilirdi ama, bunların suları biraz acı olduğundan pek itibar görmezler, çeşmenin altındaki yalaklarda hayvanlar sulanır, arabalar yıkanırdı.
Bu çeşmelerde musluk yoktu, kimbilir kaç seneden beri durmaksızın akıyorlardı. O suların kaynakları kimbilir nerelerdeydi? Gene “şimdilerde” diyeceğim, böyle sulara rastlamıyorum. Elbet bu çeşmelerin kuruması da “medeniyet”in eseriydi. Arsasına apartmanı dikmek için kaynağına betonu tıkarsan su kalır mı?..
İstanbul’un içinde ve bilhassa mesire yerlerinin civarında içimi güzel ve şifalı bilinen birçok sular vardı. İstanbul Belediyesi’nin 1948 yılına ait bir tesbitinde yirmi kadar menba suyu sayılmaktadır. Bu sularda nitrite amonyak sıfır, klorür litrede 0.0004 rakamlarıyla ifade edilmekte, suların sertlik dereceleri şöyle belirtilmektedir:
Karakulak suyu                          1        
Çubuklu                                    1.5
Taşdelen                                    1.5     
Kocataş                                       2.1.
Küçükçamlıca “                          3.5     
Hünkâr                                      3.5
Elmalı şehir suyu                        4.5
Arabalarımız olmadığı için bu sulardan istifade edemez, sadece isimlerini duyardık.  Kocamustafapaşa’dan kalkıp Alemdağı’ndaki Taşdelen’e veya Küçükçamlıca’ya gitmek şehirlerarası seyahatler gibiydi. Bir de yanına kap alıp oralardan su taşımak olacak iş değildi. Bizler, küplerde dinlendirdiğimiz “Terkos suyu”nu içerdik. Bu suyun sertlik derecesi 11.5’tu...
* * *

No comments:

Post a Comment