İSTANBULLU BENİM!..

“İstanbullu kim?..” diye biraz araştırıp 1453’de nüfusun nasıl tamamen değiştiğini gördükten sonra, bâzılarının dediği gibi ne Rumlar ne Ermeniler, ne de Yahudiler’in İstanbul’un sahibi olmadıklarını, benim atalarımın beşbin yıllık İstanbullular olduğunu hissettim. Doğumum 1933 ve 1935 nüfus sayımında il nüfusunun 741.148 olduğuna bakarsak, neredeyse Fâtih’in, Yavuz’un İstanbulu’na yakın bir nüfustur bu... Babamın Erzurum’dan, annemin Selânik’ten gelip burada evlenmeleriyle “İstanbullu” olmuştum. Benden öncekiler de bir yerlerden gelmişlerdi. Daha önce yazıldığı gibi, muhtelif yerlerden gelip İstanbul kültürünü yaratan saraylı, asker, konaklı beyefendi ve hanımefendileri tanımak şansına erişmiş, onların terbiye ve yol göstermesiyle büyümüş biri olarak kendimi “İstanbullu” sayıyorum. Amerika’ya gelen muhtelif milliyetlere mensup kimselerin ayrı yerlerde oturmaları, ayrı dinde olmaları ve ayrı dilleri konuşmalarına rağmen o ülkeye nasıl sahip çıktıklarını görmüyor muyuz? Çeşitli yerlerden bu şehre gelip yerleşmiş insanların İstanbullu olması tabii değil mi?
İstanbullu olmak, herşeyden önce bu şehre sahip çıkmakla başlar. Mâzisiyle, şimdilerde ne yazık ki pek bulunmayan temiz havası ve suyuyla, manzarasıyla, deniziyle, asırlık çınar ağaçlarıyla birlikte bu şehri sevmek İstanbulluluk’tur. Ayrıca; burada yaşamış evliyâ, ulemâ ve san’atkârları araştırıp onlara hürmet etmek ve izlerinden yürümeğe çalışmaktır İstanbulluluk.  Bir şehrin hayrına olanı elinden geldiğince yapmak, hayrına olmayacak şeylere engel olmaktır hemşehrilik...
Neler yaşamıştır bu İstanbul?... İkbâller, istilâlar, fetihler, isyanlar, yangınlar, depremler geçirmiştir. Hepsini atlatmış, kendi yaralarını sarmıştır. Zaman zaman çıkan yangınlar birkaç mahalleyi hattâ şehrin büyük bölümünü yok etmiş, o semtlerde yaşayanların başka semtlere göçmesine sebeb olmuştur. Böylesi âfetler bu şehri yıldırmamıştır. Ne var ki, Ebedî Şehir İstanbul, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra gördüğü “göç felâketi”ne, kurulduğu günden beri hiç uğramamıştır…
Yirmi milyona yaklaşan nüfusun pisliğine, gürültüsüne, çöp yığınlarına, koli basilli denize, birbirini devamlı kandıran bunca kalabalığa hiç alışık değildir İstanbul! Kırk sene öncesine kadar âsûde yaşayan bu şehir çoktan can çekişmektedir ve ne yazık ki derdine derman yoktur...
Bu felâketi görenlerin, mahalle mahalle, sokak sokak, hattâ gerekirse ev ev dolaşarak, yeni gelenlere birşeyler anlatması lâzımdır. Atalarımız bu şehrin imârı için nasıl çalışmışlarsa, bizlerin de münferiden yapabileceği, gelecek kuşaklara bu müstesnâ şehri iyice anlatmak olmalıdır. Bizden evvel anlatanlar gibi…
İstanbul hakkında çok değerli yazılar yazılmıştır elbet. Ama, çocukluğumu ve gençliğimi yaşadığım o güzel ve temiz, yardımsever, mütevâzı’, şükreden, mü’min ve mütevekkil Kocamustafapaşa’dan hatırladıklarımı  yazmak görevimdir diyorum.
İstanbul’un güzelliği ve İstanbul aşkı, dünyadaki bütün dillerde anılmıştır. Bu şehirde yaşayanlar, oradan gelip geçen yerli ve yabancılar, yazılarında, resimlerinde ve şiirlerinde anlatmağa çalışmışlardır duygularını. H. Prost, Lambert ve A. Agache ile birlikte 1933’de Türkiye’ye dâvet edilen Berlin Yüksek Fen Mektebi profesörlerinden Herman Elgötz, 1934 yılında basılan İstanbul Şehrinin Umumi Plânı’a şu notları koymuştur: 
“Bu şehrin emsâlsiz güzelliğini en uzun istikbâle kadar muhafaza edebilmek için bir esas bulmak icabeder ki; eski kültürü yeni ihtiyaç ve medeniyet şartlariyle âhenktar bir şekilde birleşsin. Dünyada imâra en çok ihtiyacı olan şehir İstanbul’dur. İstanbul’un ikibin senelik bir tarihi vardır. Öyle bir şehirdir ki, iki kıt’a ve medeniyeti, yâni şark ile garp arasında bulunuyor. İstanbul’un mâzisi her köşesinde hissediliyor. İstanbul’un tabii güzelliği dünyada emsâlsizdir. Ona husûsi bir  karakter veren İstanbul Yarımadası’ndaki yedi kilometre uzunluğunda sırt boyunca bir cadde vardır. Fakat gezinti yolları yoktur. İstanbul, Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya geçmek için bir kapıdır.”
Ressam ve seyyah Guillaume Joseph Grelot’nun 1680’de yayınladığı İstanbul Seyahatnâmesi’nde de şu satırlar vardır:
“San’at ve tabiat, güzellikle verimliliğin eşit olduğu bir yer kurmak için birleşebilselerdi, herhâlde İstanbul’dan daha iyisini başaramazlardı. Toprak, burada hem göze hem damak tadına seslenen ve sadece hayâtî ihtiyaçları gidermek için değil, hayatı hoş kılmak için de istenen çeşit çeşit meyveler üretir. Tatlı ve tuzlu sular, insanın ihtiyacı olan ortamı sunabilmek üzere her türlü kolaylığı sağlar. İstiridyeler bir yana, öyle büyük ve çok miktarda balık çıkar ki, İstanbul’daki kadar bolunu hiç görmedim. Balıklar, sık sık gerek duymadıkları hoş havası yerine, bu muhteşem kentin güzelliklerini hayranlıkla seyretmek için peşpeşe su yüzüne sıçrarlar. Güzel havanın tadına varmayı da, sürüler hâlindeki kuşlara bırakırlar. Onlar da dünyada bu iklimden daha çekicisini bulamayacakları bir yerde, ağaçlarda, bahçelerde ve çevredeki tepelerde, sabah-akşam cıvıldaşarak bu duruma tanıklık ederler. Bazan toprakta, genellikle suda, sonra da havada yaşayan kurbağalar, bu üç ortamın olabilecek en mükemmel hâliyle İstanbul’da bulunduğunu kanıtlamak için, kalabalık topluluklar oluştururlar”.
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939’u tâkip eden yıl, Davutpaşa’daki 25’inci İlkokul’a yazıldım. Okumayı ilk söktüğümde hatırladıklarım, gazetelerin büyük puntolu başlıklarında yer alan “Hitler, Yahudi, kamp, Japon, müttefik…” gibi kelimelerdi ve çevrem panik içindeydi. Pencereler, muhtemel bir saldırıda dışarı  ışık sızdırmayacak siyah perdelerle örtülüydü. Gece veya gündüz âniden siren sesleri duyulur, herkes korku içinde, “tehlike geçti” mânâsına gelen ikinci sesi beklerdi. Büyükler ve evimize gelip-giden misafirler için yegâne konu “savaş”tı. Almanlar nerelere kadar gelmişler, Hitler ne yapmış, Çörçil ne demiş, İnönü hangi tedbirleri önermiş… Bütün büyüklerimin ve öğretmenlerimin birleştiği bir nokta vardı: İstisnâsız herkes Atatürk’ü arıyordu. Çünkü onlar, onu tarih kitaplarından değil, yaptıklarından tanıyor ve biliyorlardı. Kimse pâdişahlık dönemini aramıyordu. Bizim neslin Atatürk sevgisi, hâtıralarını ve başardığı işlerin büyüklüğünü onu tanıyanlardan dinleyişimiz sebebiyledir. “Keşke olsa, problemi çoktan hâllederdi” diyorlardı. Ama artık o yoktu. Almanlar Trakya yakınlarındaydılar. Bize saldırırlar mıydı, ne yapardık, nereye giderdik, nasıl tedbir almalıydık?..
Aile meclisimiz, hiçbir şey yapamıyacağımıza, tevekkel olup beklememiz gerektiğine karar verdi. Erzurum’a dönemezdik, orada malımızı mülkümüzü bırakmıştık ve onlara amcaoğullarımız sahip çıkmıştı, bizim ne evimiz ne de toprağımız vardı. Zaten babam memurdu, buradan ayrılamazdı. Annem Selânik’ten gelmişti ama, artık ne oralarda bize ait yerler kalmıştı, ne de oraya dönebilirdik. O tarihlerde İstanbul’dan “tersine göç” vardı. Memleketiyle ilişkileri kopmayan herkes baba ocağına dönüyordu.
Ve şükür ki kader beni bu çok sevdiğim şehirden ayırmadı. Aslında hayatım boyunca bâzı fırsatları da bu yüzden değerlendiremedim. Kısacık seyahatlerden bile İstanbul’a büyük özlemle dönmekteyim. Bu güzel şehirde yaşamaktan hiç pişman olmadım. Havasını-suyunu, tonton insanlarını, tarihini, hattâ son zamanlarda gördüğüm çarpıklıklarını bile sevdim bu şehrin. Her zaman gidip görecek, keşfedecek bir yerini buldum. Çünkü ben İstanbul’u seviyordum...
“Ev sahibinin bir evi, kiracının bin evi..” diye bir söz vardır. Biz hep kiracıydık. Kocamustafapaşa’ya gelene kadar, doğum yerim olan Kasımpaşa’dan başlayıp Beyoğlu, Lâleli ve Etyemez’de oturduk.
İstanbul’dan göçler olmuş, insanlar muhtelif yerlere taşınmışlardı ama, bu şehirdeki yatırların böyle şansları yoktu! Hattâ, anlatacağım olayda görüleceği gibi, yerlerinden edildikleri hâlde!
İstanbul’da aynı âdet devam ediyor mu bilmem ama, yeni bir ev tutulup taşınma hazırlığı yapıldığı sırada, boş eve bir Kur’ân-ı Kerîm, bir ayna, biraz da ekmek veya un götürülüp bir kenara konurdu. Daha sonra çevre yatırlar, evliyâlar araştırılır, herkes bildiği kadarıyla duasını okuyup ruhlarına gönderir, bir anlamda “hoş gördüm”e gidilirdi. Lâleli’de kiracı olarak taşındığımız evin hemen yanında, bugün hâlâ aynı adla bilinmekte olan Çoban Çavuş’un yattığı küçük bir mezarlık vardı. Önceden yaptığımız araştırmada, bizden evvelki kiracının bir gecede apar topar taşındığını öğrenmiştik. Çünkü bu kiracı, eline her geçeni mezarlığa doğru fırlatan pasaklı bir hanımmış. Birgün balkonda oynayan çocuğunun ağlamasını duymuş. Balkona çıkıp göremeyince, sesin geldiği yöne baktığında çocuğun mezarın yanında olduğunu görmüş ve oraya nasıl gittiğini anlaya-mamış. Panik içinde evden ayrılmışlar. Taşındığımız gün annemin ilk işi mezarlığı temizlemek ve dualar okumak olmuştu. Çok temiz ve dînî inançları güçlü bir kadın olan rahmetli annem anlatırdı:
Taşındığımız günün akşamı büyük bir yorgunlukla yatağa girdim. Tam içim geçip  uyumaya başlıyordum ki kapının tokmağının döndüğünü duydum. Kapı açıldı... Nûrânî yüzlü, heybetli, asker kıyafetli, top sakallı pîr-î fânî bir bir zât bana gülümseyerek selâm verdi. Donup kalmış, olanları anlamaya çalışıyordum. Yumuşak bir sesle  e tâne tâne:
- Hoşgeldiniz, güle güle oturunuz. Beni çok hoşnut ettiniz, size hiçbir zararım dokunmaz…
dedi. Konuşamadım, nutkum tutulmuştu, sadece tâkip ediyordum. Tekrar başıyla selâm verip dönüp gittiğinde elim ayağım buz kesmişti. Kendimde değildim. Biraz sonra toparlanıp babanı uyandırdım. Hemen kalktı, çevreyi gezdi, hiçbir gayrıtabiilik yoktu. Bana bildiğim duaları okumamı ve sâkinleşmemi tenbih etti. Ev çok virandı. Yeni taşınmıştık, bütçemiz başka bir yere gitmeğe el vermiyordu. Zâten Çoban Çavuş da herhangi bir zararının dokun-mayacağı garantisini vermişti. Evin girişi büyük bir taşlıktı. Eskiden burada büyük bir kuyu varmış ve büyük kuyunun üstü kocaman malta taşlarıyla örtülüp kapatılmış. O yıl büyük bir yağmuru müteakip Lâleli’den yokuş aşağı gelen seller bizim evin alt katına dolmaya başladı. Bu viran ev her an başımıza çökebilirdi. Olacakları heyecanla beklerken aşağıda büyük bir gürültü koptu. Demek ömrümüz bu kadar deyip çatının başımıza çökmesini beklerken camdan baktığımızda, gelen suların bizim taşlığa girip kaybolduğunu anladık. Meğer kapak yıkılmış ve gelen sular buraya dolup kayboluyormuş. Bu evde böyle korku içerisinde daha fazla oturamazdık. Ertesi günü ev aramaya başladım, Nişanca’da münasip bir ev buldum. Taşınacağımız gün erkenden yattım. Bir ara sanki birisi dürtmüş gibi uyandım. Gene kapının tokmağı dönüyordu. Kapı açıldı ve aynı zât, ama bu sefer kaşları çatık, azarlar bir sesle:
-        Demek taşınıyorsun. Sakın uzağa gitme, beni ziyaret et. Yoksa sana zararım dokunur.
deyip gitti. Davutpaşa’ya taşınmadan evvel her zaman gider, bu zâtın yattığı mezarlığı süpürür ve dua ederdim. Oradan uzaklaşınca gidip-gelmem seyrekleşmeğe başladı ve sonra süre iyice uzadı. Bir sabah kalktığımda, âniden parlayan bir ışık sonucu gözümün birini kaybettim. Çoban Çavuş’un işi miydi bu acaba?..”
“İstanbul’un Mutlu Askerleri ve Şehit Olanlar” adlı kitabında Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Çoban Çavuş’u şöyle anlatır:
“Lâleli'de Mimar Kemalüddin Câmii arkasındaki Havuzlu Hamam kurbünde, Antalya Apartmanı önünde, Fâtih’in Çobanbaşı Câmii ve Medresesi bânîsidir. Sağ tarafta parmaklıklı duvar önünde gömülüdür. Câmi hâlen yola gelmiş ve mezarlığıyla beraber 4 metreden fazla bir derinlikte kalmıştır. Hazîresinde Muhyiddin Hattatoğlu 15 kavuklu mezar saymıştır. Mükellef mermer sandukalı mezartaşı kitâbesi:
Cennetmekân, firdevs-âşiyân Gāzi Fâtih
Sultan Mehmed Hazretleri’nin ser-çavuşu
Sâhibü’l-hayrât ve’l-hesenât / ve râgıbü’l-cennet
Ve’d-derecât işbu câmi’ ve medrese bânîsi
Merhum / Süleyman Ağa rûhuna fâtiha ihsân.
Taş eski değildir, vaktiyle bir yangında harâb olduğu ayak taşından anlaşılıyor. Kabrinde hâlâ kandil yanar. Câmi dört köşedir. Lâkin eskiliğinden bir eser kalmamıştır. Maalesef hazîresiyle birlikte mahkûm-ı zevâldir. Câminin harâbesi içine gecekondu bile yapılmıştır. 12 Aralık 1949’da Çoban Çavuş’un kabrinden eser kalmadığını da gördüm.”
Annemin anlattığı olayın tarihi 1939-1940’dı. Benim buradan hatırladığım, sadece dört duvarı duran bir câmiydi ve câmi içine sığınmış bir karı-koca vardı. Oturduğumuz bu muhiti her zaman gezmeğe giderdim. Yakın zamana kadar o viran ev yerinde duruyordu. Kitabı yazmağa karar verip buraların resimlerini çekmek istediğimde şaşırdım. Ne ev, ne de mezarlık vardı. Birkaç kişiyle konuştum, 1994 yılında evin yıkıldığını, eve dayalı duran mezar taşının da götürüldü-ğünü öğrendim. İçim burkuldu.  İstanbul’u galiba evliyâsı da terkediyordu artık…
Şimdi orada bir park var. Sokak ismi “Çoban Çavuş” ama, kimdir, nedir bilen yok. Bavul ticareti bir yatırı yerinden etmişti. Lâleli’de eskilerden kimse kalmamıştı ki müdâhale etsin. Oraları yıkmağa gelenler de kuşkusuz kara câhillerdi ve araştırma gereğini duymamışlardı. Ne Çoban Çavuş, ne de Kocamustafapaşa semti eski günlerine dönebilir artık…
                                         * * *
İkinci Dünya Savaşı’yla başlayan günlerde çok yokluk çektik. Gerçi Türkiye savaşa girmemişti ama, alınan tedbirlerle birlikte, un, şeker, giyecek sıkıntıları başlamıştı. Birçok zarûrî ihtiyaç maddesi karneyle sağlanıyordu. Benim yaşıtım insanların nüfus hüviyet cüzdanlarında o günlerin mühürleri vardır: "Ekmek karnesi verildi”, “Basma-gömleklik kumaş verildi” gibi…
Çayı üzümle içerdik. Katık etmez de fazla peynir yersek karnımızda kurt olurmuş!  Zeytin hakkımız üç-beş taneymiş. Bir dilim fazla ekmek istediğimizde büyükler veremezler, “üzerine örümcek yapıştığı için zehir bulaşmış olması muhtemel” ekmeği bize yedirmezlerdi!.. Karnını çok doyuranları “çarşambakarısı (!) yoklar”dı… Çocukları ekonomiye alıştırmak, yokluğa isim uydurmak için konulmuş mâzeretlerdi bunlar. Hayatta en kolay verilen şey nasihattır derler. O günleri yaşayanların, şimdi gördükleri israfa karşı gençlere eskileri anlatıp onları uyarma görevleri olsa gerektir ama, kim okur kim dinler varak-ı mihr ü vefâyı!
İstanbul’un bugünkü nüfusu Türkiye’nin 1950 toplam rakamı olan 20. 947. 000 kişiye yaklaşmıştır. Benim çocuklu-ğumdaki 741. 148 nüfuslu İstanbul’a 20 milyon kişi sığdırıl-mağa çalışılırsa şehir elbette patlayacaktı!.. Nitekim de patlamıştır...
Problemleri çığ gibi büyüyen o bir zamanların büyüleyici masal şehrini her zaman hasretle anacağız ve kaybolanlara yanacağız.
Aşağıdaki tablo İstanbul’un geleceği hakkında korkunç işaretler vermektedir. Elli yıllık zaman içinde şehrin ne hâle geldiğini lûtfen düşünün:
Yıllar                  İstanbul                 İstanbul                   Türkiye
                           şehiriçi                  vilâyet                      toplam
                           nüfusu                   nüfusu                     nüfusu
1927 sayımı        690.857               794.444                   13.648.000
1935   "                 741.14                 888.599                    16.158.000
1940   "                 793.749               991.237                   17.821.000
1945   "                 860.558            1.078.399                   18.790.000
1950   "                 983.041            1.166.477                   20.947.000
1955   "              1.268.771            1.533.822                   24.065.000
1960   "              1.459.528            1.931.910                   27.810.000
1955 yılında bir önceki yıla nazaran Türkiye nüfu-sundaki artış 3. 117. 000 kişi, yâni % 14. 88’dir. İstanbul nüfusuna aynı oranı uyguladığımızda 285. 730 kişi arttığını görürüz ki bu da % 22. 50 demektir. 1927 yılında İstanbul il nüfusu olan 794. 444 kişinin Türkiye nüfusuna oranı % 5.82 dir. 1998’de Türkiye nüfusu altmış milyon kişi olduğuna ve sayımlar istediği kadar on milyon desin İstanbul’da yaklaşık onbeş milyon kişi ikamet ettiğine göre, Türkiye nüfusunun dörtte biri burada yaşıyor demektir. Evet; vaktiyle % 5.82’nin oturduğu bir şehre nüfusun % 25’ini sığdır-mağa çalışırsanız karşınıza çıkacak tablo elbette korkunç olacaktır. Su yetmeyecektir, elektrik kesilecektir, yollar yürünemez hâle gelecektir, vâsıta bulunmayacaktır, deniz kirlenecektir, çöpler toplanamayacaktır… Ve bunlar olmuyor diye feryat eden herke-sin, şehre akın akın gelip yerleşen veya yerleşmeğe çalışanlarla birlikte bütün bu olumsuzluklarda katkısı olduğunu düşünmek de yanlış olmayacaktır.
Artık,“İstanbul’un taşı-toprağı altın” falan değildir. Çünkü ne taşı kalmıştır, ne toprağı İstanbul’un. Dağ-taş apartman, yâni “insan siloları”yla dolmuştur. İstanbul’da ne bağ, ne bahçe, ne bostan, ne de soluklanacak yeşillik kalmıştır. Şehrin akciğerlerinden en önemlisini oluşturan Karacaahmed Mezarlığı’nın bir bölümü bile “Tır Parkı” yapılmıştır. Langa’nın hıyarı, Çengelköy’ün bâdemi (körpe hıyarı), Yedikule’nin marulu, Bayrampaşa’nın enginarı, Akbaba’nın cevizi, Arnavutköy’ün kokulu çileği, Beykoz’un paçası ve kalkan balığı yoktur artık. Esnaf istediği kadar bu isimleri bağıradursun, şimdi İstanbul’un yiyeceği-içeceği gibi, gülü-bülbülü, efendisi-hanımefendisi, delikanlısı-dilberi de baştan ayağa sahtedir, uydurmadır...
1730’da vefat eden Lâle Devri’nin büyük şâiri Nedîm’in, Sadrâzam Dâmad İbrahim Paşa’ya herhâlde yüklü bir câize karşılığında takdîm ettiği  ünlü kasîdesindeki İstanbul’u görebilseydik, bizler şimdi kimbilir daha neler yazmağa kalkardık. Nedîm’inki elbet şâir abartmasıdır ama, tanıdığım ve sevdiğim şehirle bugün arasındaki farka bakarak, Nedîm’in yaşadığı İstanbul’u tahmin etmek zor olmasa gerektir.
 Bu şehrin paha biçilemez olduğunu, bir tek taşına bütün Acem ülkesinin fedâ edilebileceğini, Cennet’in burası olduğunu, onu Dünya ile değişmenin insaf olamıyacağını, İstanbul’un dergâhlarında herkesin muradına ereceğini, çarşılarında “bilgi” kumaşı satıldığını, her câmisinin “Allah’ın göründüğü birer dağ”, mescidlerinin birer ışık denizi olduğunu, çeşmelerinin insana ruh verdiğini, bütün halkının makbûl, (ama güzellerinin biraz vefasız olduğunu) öyle güzel anlatmıştır ki, bu şiirin hiç olmazsa bir bölümünü anmadan geçmek olmaz. Şimdi Karacaahmed’in Miskinler Tekkesi yakınında annesiyle komşu uyuyan, ismi dîvânında ve Beşiktaş’daki bir caddede yaşayan Nedîm’e rahmet dileyip, tamamı 28 beyit olan İstanbul Kasidesi’nin 16 beytini Cevdet Kudret’in açıklamalarıyla takdim ediyoruz:
1   Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî misl ü bahâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır
2   Bir gevher-i yek-pâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır
3   Bir kân-ı  niamdır ki anın gevheri ikbâl
Bir bâğ-ı İrem’dir ki gülü izz ü a’lâdır
4   Altında mı üstünde midir cennet-i a’la
El-hak bu ne hâlet bu ne hoş âb ü havâdır
5   Her bâğçesi bir çemenistân-ı letâfet
Her gûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır
6   İnsâf  değildir anı dünyâya değişmek
Gülzârların cennete teşbîh hatâdır
7   Herkes erişir anda murâdına anınçün
Dergâhları melce-i erbâb-ı recâdır
8   Kâlâ-yı maârif satılır sûklarında
Bâzâr-ı hüner ma’den-i ilm ü ulemâdır
9   Câmi’lerinin her biri bir kûh-i tecellî
Ebrû-yi melek andaki mihrâb-ı duâdır
10 Mescidlerinin her biri bir lücce-i envâr
Kandîlleri meh gibi leb-rîz-i ziyâdır
11 Ser-çeşmeleri olmada insâna revan-bahş
Germâbeleri câna safâ cisme şifâdır
12 Hep halkının etvârı pesendîde vü makbûl
Derler ki “biraz dilberi bî-mihr ü vefâdır”
13 Şimdi yapılan âlem-i nev-resm-ı safânın
Evsâfı hele başka kitâb olsa sezâdır
14 Nâmı gibi olmuştur o hem sa’d hem âbâd
İstanbul’a sermâye-i fahr olsa revâdır
15 Kühsârları bâğları kasrları hep
Gûya ki bütün şevk u tarab zevk u safâdır
16 İstanbul’un evsâfını mümkin mi beyan hîç
Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır (…)
                                         * * *

1   Bu İstanbul şehri benzersizdir ve paha biçilemez;
 bir taşına bütün Acem memleketi fedâdır.
2        İki deniz arasında bütün bir cevherdir,
 cihanı aydınlatan güneşle tartılsa lâyıktır.
3        Bir nîmetler mâdenidir ki, onun cevheri ikbâldir; bir İrem bahçesidir ki değerlilik ve yükseklik onun gülüdür.
4        Güzel (=yüksek) cennet onun altında mı, üstünde midir? Doğrusu bu ne hâl, bu ne hoş su ve havadır?
5        Her bahçesi bir güzellik çimenliği,
her köşesi bir feyiz ve safâ meclisidir.
6        Onu dünyaya değişmek adâlet değildir,
  onun gül bahçelerini cennete benzetmek yanlıştır.
7        Orada herkes muradına erişir, onun için
 dergâhları (kapıları) ricacılar sığınağıdır.
8        Çarşılarında bilgi kumaşı satılır,
 onun hüner pazarı bilim ve bilgin madenidir.
9        Camilerinin her biri Tanrı’nın göründüğü bir dağdır,
 oradaki dua mihrabı melek kaşıdır.
10 Mescitlerinin her biri bir ışıklar denizidir,       
kandilleri ay gibi ışıkla doludur.
11    aynakları (=çeşmeleri) insana ruh vermede,
 hamamları cana safâ, vücuda şifadır.
12    Bütün halkının tavırları beğenilmiş ve makbuldür;
 derler ki: “Güzeli biraz sevgisiz ve vefasızdır”.
13    Şimdi yapılan yeni usûl safâ âleminin
 vasıfları hele başka kitap olsa, uygundur.
14    Adı gibi o hem kutlu, hem bayındır olmuştur,
 (bu isim) İstanbul’a övünme sermayesi olsa lâyıktır.
15    Dağları, bahçeleri, köşkleri hep
 sanki bütün neşe ve şenlik, zevk ve safâdır.
16    İstanbul’un niteliklerini anlatmak hiç mümkün mü?
 Maksat, hemen lûtf edici Sadrâzamı övmektir. (…)
Rahmetli Orhan Veli Kanık’ın “İstanbul’u dinlediği” şiirini, Şâir’in azîz rûhundan özür dileyip bugüne uyarladım:
İstanbul’u arıyorum gözlerim açık
Keskin kokular geliyor burnuma.
Satıcıların hiç durmayan bağırtısı,
Ve bestesiz şarkılar açık-saçık,
İstanbul’u arıyorum gözlerim açık.

İstanbul’u arıyorum, gözlerim açık,
Tüpgazcı geçiyor, her yerde çığlık...
Balıklar şimdi yalnız tablolarda!..
Bir kadının suya değiyor ayakları,
Hastaneye gidiyor mikrop kapmış apaçık!
İstanbul’u arıyorum gözlerim açık.
İstanbul’u dinliyorum gözlerim faltaşı.
Kalabalık ve gürültülü Kapalıçarşı,
Sesten geçilmiyor Mahmutpaşa,
Haliç dedikleri yer bir kirli balçık,
Güzelim baharda lâğım kokusu
İstanbul’u arıyorum gözlerim açık
İstanbul’u arıyorum gözlerim açık
Gürültüden, başımdaki sarhoşluk
Yıkılmış kayıkhane, yanmış yalılar…
Denizde çöpten adalar, karpuz kabukları
İstanbul’u dinliyorum gözlerim açık.
İstanbul’u arıyorum, gözlerim açık,
Arabalar geçiyor kaldırımlardan
Küfürler, bağırtılar, lâf atmalar,
Bir şey düşüyor yere, okkalı bir tükrük!
İstanbul’u dinliyorum, midem bulanık.
İstanbul’u arıyorum, gözlerim açık,
Yaşamaya didişiyor insanlar.
Sis midir bu, duman mı bilemiyorum.
Çamur oluyor her yanım, hızla geçince bir it!
Siyah bir ay doğuyor, antenlerin arasından
Öleceğim kalbimin sıkıntısından
İstanbul’u arıyorum…
                                         * * *

No comments:

Post a Comment