İSTANBUL’DA TRAFİK ve ARAÇLAR

Merhum Reşat Ekrem Koçu, evi Edirnekapı’da olan ve Cağaloğlu’na her gün yürüyerek giden yetmiş yaşındaki şâir Hakānî Mehmed Efendi’yi anlatır. Bir eseri çok beğenilince, taltif edilmek üzere arzusu sorulduğunda, yaşlı şâir eviyle işi arasındaki yolculuğun onu yorduğunu, hâli kalmadığını, dolayısiyle bu mesafeyi atla gidip-gelmesine izin verilmesini ister. Şâir Hakāni’ye mevzuat dolayısiyle ata binme izni verilmez ama,  Bâbıâlî civarında bir konak kendisine hediye edilir!..
İstanbul’da halkın büyük çoğunluğu yürürdü. Bu  alışkanlık ekseriyetle ekonomik sebeplere dayalıydı ama, asıl sebep, şehirde arabaya, hattâ ata binmenin yasak olduğu devirlere dayanırdı. 19. yüzyıla kadar gelen bir töreyle, şehir dâhilinde pâdişahtan başkası arabaya binemezdi.
Bizim yetiştiğimiz dönemlerde şehir içi ulaşımın yükünü çekenler, sırasıyla; tramvay, otobüs, tren, dolmuş ve faytonlardı. Tramvaylar, belirli ve pek fazla iniş-çıkışı olmayan güzergâhlarda işlemekteydi. Bahçekapı son duraktı. Buradan hareket eden vasıta, Gülhâne, Sultanahmet, Beyazıt’a kadar gelir, bâzıları buradan ayrılarak Edirnekapı’ya doğru yola devam eder. Bir kısmı da Aksaray’da, şimdiki Sular İdaresi’nin az ilerisinden iki kola, Topkapı ve Yedikule’ye doğru ayrılırdı. Topkapı’ya giden tramvay Haseki’ye gelmeden, yolun darlığı sebebiyle bir süre tek hatla yola devam eder, daha sonra yol tekrar gidiş-gelişli olurdu.
Bizim tramvayımız Yedikule-Bahçekapı tabelasını taşırdı ve zannedersem numarası da 33’tü. Tramvayın en büyük problemi elektrik kesilmesiydi. Bunun dışında bu araçlar bâzan raydan çıkar, bâzan da raylar üzerine devrilmiş bir at arabasının kaldırılmasını beklerdi. O zamanlar, yapacak başka birşey olmadığı için yollarda, duraklarda saatlerce kalırdık.
Tramvay çok ucuz bir taşıma vâsıtasıydı. Hatırladığım kadarıyla birinci mevkî beş, ikinci mevkî ise üç kuruştu. Birinci mevkî, koltukları deri kaplı olan ön vagondu. Arkadaki ikinci mevkîde oturma yerleri tahtadandı. Birbirimizle şakalaşır, “sen tahtalı mevkî yolcususun” derdik. Bu kadar ucuzluğa rağmen çocuklar, hattâ bâzı büyükler o parayı da vermemek için tramvayın arka kapısına veya tam arka tarafına takılırlardı. Biletçi, hem kazâları hem de bedâvacılığı önlemek için atlayanları devamlı kollar, en arkaya asılanların gaflet ânını yakaladığında, elindeki bilet kutusuyla kafalarına “taak” diye vururdu. Vagon içinde biletçinin belli bir yeri yoktu.  Dolaşır, duraktan yeni binenleri kollar, yanlarına giderek bilet keserdi. Bu arada, belirsiz yerlerden binen yakaları çift şeritli memurlar tek tek bilet kontrolü yaparlar, biletsiz yolcu varsa, biletçiye dikkatli olmasını tembih ederlerdi. Büyük para verildiğinde biletçinin para üstü için bozuk parası yoksa, biletin arkasını yazar, para üstünü İETT İdaresi’nden alırdınız. Bu zorlukla karşılaşmamak için herkes bozuk para bulundurmağa gayret ederdi.
İstanbul’da ilk elektrikli tramvay 2 Şubat 1914 tarihinde çalışmağa başlamış, 1915 yılında daha geniş bir şebekeyle hizmete geçerek hatlar arttırılmıştır. İstanbul yakasından kaldırıldığı yıl olan 1961’e kadar tramvayın yaptığı hizmetler inkâr edilemez. Bizler o hizmeti aldık ama, doğrusu tramvayın değerini bilemedik. Şehrin bütün yükünü çeken bu emektarlara hiç vefâ göstermedik. Ailenin çilekeş insanını “artık elden-ayaktan düştü” diye bir kenara itmiş ve onunla bir daha ilgilenmemiş gibi davrandık tramvaya. Zamanında en hızlı, en pratik toplu taşıma aracı olan tramvayları, “devre ayak uyduramıyor, çok yavaş gidiyor, trafiğe engel oluyor” mülâhazasıyla trafikten kaldırdık, raylarını ve havâî hatlarını söktük. Medeniyet birşeyler getiriyor ama çok şey de götürü-yor derler ya, buna tamamen katılıyorum. Keşke tramvaylar kaldırılmasa, trenler elektrikli olmasa, Boğaz Köprüsü yapılmasaydı diyorum. Uzak yerlere ulaşım kolaylaşınca çevredeki bütün yeşil alanlar iskân edildi. Kontrolsüz nüfus artışı sonunda, okul, hastahâne, su, elektrik, gaz, kanali-zasyon gibi isteklere yetişilemez oldu. Bugün sağlıksız, plansız, ama kocaman geniş araziler, üstüste oturan insanlarla doldu.
Tramvayı kaldıranlar İstanbul’a troleybüs’ü getirdiler. Tramvaya bir şey demeyen halk arasında bu yeni araca “telli orospu” diye isim takıldı! Gelen gideni aratır derler ya… İkide bir cereyan kesiliyor, troleybüsün, halkın deyimiyle “boynuzu çıkıyor”du. Öyle bir alternatifti ki bu, eskisini mumla arar olmuştuk. Başka çareler aranmadı, hattâ sanki  araştırılmadı bile. İşte, hızlı tramvay gibi büyük projelerin faydası ortadadır. Bizlere kırkyedi sene hizmet etmiş o emektar tramvayı yolcu ederken onun alternatifini de hazırlamak gerekirdi.
Seni o zaman da sevmiştim, benim yâr-i vefâkârım tramvayım! Vatmanıyla, “dan dan” sesiyle, egzostsuz, dumansız hizmetiyle, virajları dönerken çıkarttığı gıcırtıyla, unutamadığım emektârım...
Tramvaylar varken bir çok semtte otobüsler de çalışıyordu. Otobüs özellikle engebeli semtlerde geçerli vasıtaydı. Her dönemde olduğu gibi, belediye otobüsleri yetişmeyince çeşitli renk ve modellerde halk otobüsleri hizmete katılıyordu. Bizim semtte belediye otobüsleri hemen Sümbül Efendi’nin kapısı önünden, halk otobüsleriyse biraz ileriden kalkardı. Halk otobüsünün tarifesi yoktu, dolmuş’lar gibi bekler, yolcuyu alır hareket ederdi. Onu tercih edenlerin gerekçesi birkaç kuruş daha ucuz olmasıydı. Yol boyunca “ördek toplamak” üzere belediye otobüslerinin saatini kollarlar, onlardan beş-on dakika önce hareket ederek, durak hârici her köşeden, elini kaldıran yolcuyu bindirirlerdi.
Halk otobüslerinin biletçileri tam anlamıyla birer bıçkındı. Şoförü yönlendirirler, sıkışık yerde trafiği açarlar, bilet parası toplarlar, arabayı tamir ederler, çığırtkanlık yaparlardı. Otobüsün içinde dolaşırken bir yandan da insanları istif ederler, yeni geleceklere yer açarlar, ayaktaki yaşlılara yer bulurlardı. Onların arabalarında yankesicilik veya ahlâka aykırı olaylar pek görülmezdi. Kötü niyetlileri hemen tanıdıkları için, otobüse böyle biri binmişse bağırırlardı:
-Cepçilere dikkat!... Mes’uliyet kabûl etmiyorum!...
-Dikkat, otobüste eli uzunlar var!...
Tekbaşına genç bir kız veya kadın binmişse, rahatsız edilmesin diye biletçi onu otobüsün en emniyetli yerine alır, rahatsız eden varsa kaş-göz işaretiyle adamı ikaz eder, edepsizlikte ısrar edeni sille-tokat aşağı indirirdi. Elinde paketi olanların inip-binmelerine yardımcı olur, kısacası halk otobüsüne binenin nâmusu biletçiden sorulurdu! Çoğumuz ilk durakta binip son durakta indiğimizden, biletçiler bizi tanır, “birkaç gündür göremediğini” söyleyip hatır sorarlardı. Bir eşyanızı düşürmüş veya otobüste unutmuş olsanız, ertesi gün gelip alırdınız.
Bu otobüslerin sayısı yedi-sekiz, bilemediniz on kadardı. Yollar şimdiki gibi yoğun olmadığından, durağa çok sık gidip-gelirlerdi. Tek mahzurları, çok eski model oldukların-dan sıkça arızalanırlardı. Gene aslan muavin/biletçi duruma el koyar, kaputu açıp mübârek elini bir-iki yere dokundurur ve arabayı çalıştırırdı. Lâstik tâmirleri de onun işiydi.
Vatan Gazetesi’nin 20/7/1947 tarihli Pazar sayısının “Fikirler ve Tenkitler” köşesindeki makalesinde bu otobüsler ve yolcuları için A. Adnan Adıvar bakınız neler yazmış:
Kocamustafapaşa’ya gitmek için bindiğimiz şarap renkli otobüs başka bir keyif, başka bir şiir zevki verdi. Otobüs tam bir müsavaatçı, demokrat otobüstü. Orada herkesten para alıyorlardı. Ben dahil herkes, parasını verdiği yerde oturuyordu. Eğer oturuyorsanız, işgâl ettiğiniz yer, ayakta iseniz bastığınız yer size aitti. Kocamustafapaşa’nın ilk şiirini ben daha otobüste tattım. Otobüse biner binmez biz yaşlılara yer verdiler. Yer verdiler ne demek, zorla oturttular! Berber Şefik Sokağı’nı ararken girdiğim sokaktaki küçük evler, evlerin pencereleri, küçük fakat asmaları gür incir ağaçları… Engin Sokak üzerinde kübik yeni sinema vardı. Binanın kendisi âdetâ film gibi duruyordu. Fakat o yeniden yapıldığı Millet Meclisi kürsüsünden söylenen yeni apartman-lardan hiçbirine rastlayamadım…”
 Hakikaten tek tük apartmanlar vardı ve oralarda oturanları birbirimize göstererek, “bak şu geçen var ya, filanca apartmanda oturuyor..” derdik. Bugünkü binalara nisbetle o apartmanlar şimdi gecekondu bile sayılmazlardı.
Trenlere gelince…
Türkiye’nin en büyük dublaj sanatkârlarından rahmetli Ferdi Tayfur (sonradan bu isimle ünlenen şarkıcı değil), Arşak Palabıyıkyan’ı filmlerde Samatyalı Ermeni şîvesiyle konuştururken: “Evladım, Paris de nedir ki?.. Samatya dediğin küçük Paris’tir. Bak ensesinden tren, göbeğinden tramvay geçoor!” derdi. Kocamustafapaşa’yla Samatya arasında bulunan Hacıkadın Caddesi’ne taşındığımızda iki tarafa aynı uzaklıkta olduğumuzdan, otobüs, tramvay veya treni tercih edip tek vasıtaya bağlı kalmıyordum. Trenler buharlıydı ve Küçükçekmece-Sirkeci arasında işlerdi. Uzun, acıklı ve iç çekiş gibi bir sesle, geldiğini veya kalkacağını haber verirdi. Tam hareket edeceği esnada çıkarttığı “cuf cuf” sesi ve boşalttığı buharlar içinde bir kalkışı vardı ki, seyrine doyum olmazdı. Bütün seferleri Küçükçekmece’ye kadar yapılmaz, bâzıları Florya’dan dönerdi. Şimdiki trenler gibi yırtınır-casına bağırmazdı, onun sesi pek güzeldi. Tren Sirkeci’den hareket ettikten sonra, turnikeden geçilerek binilmediği için bilet kontrolleri yapılırdı. Trenin en arka vagonundan başlanıp lokomotife kadar içeriden yürünebiliyordu. Yedi-sekiz vagonun yarısı ikinci mevki, yarısı da birinci mevkiydi. Devamlı gidip-gelenler bilirdi ama, bilmeyenler ikinci mevki biletiyle birinci mevkie çoluk-çocuğuyla kurulur, bilet kontrolü sırasında ekseriya şu diyaloglar yaşanırdı:
-Beyefendi, siz fark vereceksiniz…
-Neden? Şimdi gişeden aldım bileti?..
-Peki alırken ne dediniz ?
-Ne diyeceğim, ineceğim istasyonun adını, Yedikule’yi söyledim...
-Peki onlar size birşey söylemedi mi?..
-Ne söyleyecek kardeşim? Gideceğim yerdeki adresi de ona mı sorsaydım?..
-Hayır öyle değil. Mevki sormadılar mı?..
-Benim mevkiim filan yok, ben Sarıyer’de bakkalım.
-Siz ilk defa trene biniyorsunuz herhâlde ?
-Herhâlde ama, durumumdan mı belli oluyor?.. Bu tarafa ilk gelişim.
-Yok beyefendi; siz ikinci mevki bilet almışsınız, birinci mevkide seyahat ediyorsunuz. Olur mu bu?..
-Bana kimse nerde gitmek istediğimi sormadı ki. Dört tane bilet dedim gişedeki adam da verdi, n’olucak şimdi?..
-İki şık var: Ya fark verir burada oturursunuz veya kalkıp ikinci mevkie geçersiniz, başka şekli yok!
-Peki fark ne kadar?..
Kontrol memuru söyler. Adamcağız farkı verir yerinde oturmağa devam ederdi. Daha sonraları istasyonlar islâh edildi. Her istasyonun kapısına, çıkış sırasında biletleri toplayan memurlar konuldu ve mevki farkı kaldırıldı…
Florya’nın denizi şâhâneydi. Öyle “koli basili” falan bilinmezdi. İstanbul’un her kıyısından denize girilirdi ama, çoğu yer gibi bizim sâhil de çakıllık olduğundan, ipek kumlu Florya tercih edilirdi. Ayrıca o güzelim plajları hanımlar da pek severlerdi.
Küçükçekmece’nin kasapları ve dönercileri ünlüydü. Tâtil günleri trenlerde izdiham yaşanır, içerleri tıklım tıklım olur, kapılar salkım-saçak insan yüzünden kapanmaz, hattâ trenin üstü bile dolar, bu yüzden de sık sık kazâ olurdu. Tren köprü altlarından geçerken arada ancak vagona yüzükoyun uzanarak geçilebilecek bir mesafe kalırdı. Özellikle İstanbul’a yeni gelenler arasında bunun farkına varmayıp köprüye çarpanlar olurdu.
1945’te İstanbul’daki ticârî taksi sayısı 1800, şehiriçi yolcu taşımacılığı yapan otobüs sayısı 150, belediye araçlarını da eklersek toplam araç envanteri iki-üç bin civarındaydı. İstanbul’un nüfusu ise aynı tarihlerde dokuzyüzbin kişiydi. Bunun dörtte üçü olarak evde oturan yaşlıları, çalışmayan ev kadın-larını, çocukları ve işine yaya, vapurla, trenle gidip-gelenleri ayırdığınızda, motorlu araçlardan istifade edenlerin sayısı yüzelli-ikiyüzbin civarında demekti.
Dolmuş’ları kullananların sayısı çok değildi, bunun nedeni de ekonomik olmayışıydı, dolmuş lüks sayılırdı. Tıpkı “apartmanda oturanlar” gibi, sabahları kuyrukta otobüs beklerken yanımızdan geçip dolmuşa binenleri tanır, onlara gıptayla bakardık. Aynı yöne gidenler aralarında bir ortaklık kurup taksinin paralarını paylaşırlar, böylece “dolmuş” oluştururlardı. Tek başına araba tutmak her babayiğidin harcı değildi, fukarâlık vardı. Ancak çok önemli olaylarda taksi tutulurdu ve fiyatlar  şoförün insâfına kalmıştı. O yüzden, sürprizlerle karşılaşmamak için arabaya binmeden pazarlık başlardı:
-Şöför Bey… Eminönü vapur iskelesine gideceğim, ne kadar vereceğiz?..
-Başka yolcu var mı?.. Yalnız mısın?..
-Evet…
-Eşyan var mı?..
-İşte bu bavul…
-Beş lira…
-Yok, çok para dedin. Geçen hafta üç liraya gittim. Ne çabuk zam geldi?..
-İyi ama abi şimdi yollar kalabalıktır. Beklerken çok benzin yakıyoruz.  Sen ne verirsin, söyle de götüreyim...
-Ben üçbuçuktan fazla vermem…
-Hadi dört ver, daha aşağı olmaz…
-Veremem, zaten param o kadar...
-Yok abi idare etmez, ben sana son rakamı söyledim...
-Peki o hâlde sana güle güle. Başkasına bakayım…
Başka araba çevrilir, o şoför de altı lira der! Bâzan ilk fiyatı söyleyeni arardınız ama, işin âciliyetine göre, az tamah çok zarar verir dedikleri gibi, mecbûren daha yüksek para öderdiniz. Bâzan yolculuk sonunda kavga çıkardı: “Yolun bozuk olduğunu ne diye söylemedin?..”, yahut; “..sen Taksim dedin biz Gümüşsuyu’na geldik, fark vereceksin!..” gibi… İstenen fark verilmeyince değişik çareler aranırdı. Meseleyi ya karakol halledecek, ya geçenlerden birine durum anlatılıp hakemlik yaptırılacak, ya da sille-tokat devreye girecek ve bir taraf dayak yeyip ödeşilecektir! Bilenler anlatırdı; başka ülkelerde taksimetre varmış. Gideceğin yerde kaç kuruş ödeyeceğini yazarmış…
Şoförle dalaşmamak için lânet okuyarak parayı ödediğinizde, gittiğimiz yerde sorgu başlardı:
-Ne verdin arabaya?..
-Altı lira…
-Sen deli misin? O mesafe dört liradan fazla olmaz. Parayı sokaktan topluyorsun herhalde…
-Eee, ne yapsaydım peki?..
-Ödemeyeceksin, çeksin karakola!..
-Karakol ne bilsin şoförün işini. Hem adam da haklı, sizin yollar çok bozuk, araba insanı havaya zıplatıyor.
-İyi ama yolların bozukluğunda senin suçun ne?.. Sen mi bozdun yolları? Kusura bakma ama, enâyisin…
Üstelik bir de “enâyi” olurdunuz! Şoförle kavga edip sopa yemişseniz, “keşke uymasaydın” diyenler, istenen parayı ödemişseniz adınızı “enâyi” koyarlardı!
Taksilere saat takıldıktan kısa zaman sonra bu saatleri açtırmak mümkün olmadı. Şoförler işlerine gelmediğinden “saat bozuk abi” numarasına yattılar ve müşteriden yine istedikleri parayı aldılar. Ve bir gün geldi, taksi saatleri çalıştı!.. Nasıl ve kimler sâyesinde bilir misiniz?.. 27 Mayıs 1960 Hareketi’yle İstanbul’da işbaşına gelen askerî yönetim sâyesinde. O gün bugündür taksi saatleri “saat gibi” çalışıyor!..
Bizim mahalleye birisi arabayla geldi mi, oyunumuz hangi safhada olursa olsun bırakıp başlardık arabanın peşinden koşmağa. Gideceği kapının önüne kadar arabayı kovalar, yolların bozukluğu yüzünden yavaş giden arabayı geçerdik. Sonra, duran otomobilin çevresini sarar, meraklı gözlerle, freni, debreyajı, gaz pedalını, direksiyonu seyrederdik. Daha meraklı olanlar arabanın altına eğilir oraları da görmeğe çalışırlardı. Sonra, bu araba nasıl çalıştırılır diye birbirimizi imtihan etmeğe başlardık. Bu işi bilen birisi ötekine sorar :
-Hadi bakalım, arabaya bindin farzet, nasıl çalıştırırsın?..
-Önce birinci vitese takarım…
-Olur mu oğlum?.. İlk önce vitesi boşa alacaksın!
-Unuttum onu. Marşa basıp ayağımı debriyajdan kaldırırken...
-Hop bakalım, gene yanlış işler yapmaya başladın.
-Neden?..
-El frenini boşaltmadın ki!..
-Tamam tamam, herşeyi sen  bilirsin, anlat öğrenelim!
Çok bilmiş en ince teferruatına kadar anlatır, bizler pür-dikkat dinlerdik. Bu arada itirazı olan çıkarsa, bizi dinleyen şoför amca hakemlik eder, eksikleri tamamlardı. İçimizden pek çoğu böyle bir arabaya binip yüz metre gitmiş değildi. Nerden bilecekti çalıştırmasını?
Sonraları bizim sokağa taşınan Nâci ve âbisinin, evlere şenlik külüstür, modeli belirsiz Playmouthe marka ticârî arabalarını çayırda söküp toplarken seyreder, arabanın ne demek olduğunu anlardık. Marşı basmayan arabayı çalışsın diye itersek, Nâci’nin âbisi bizi mükâfat olarak bindirir, ana caddeye kadar çıkarırdı. Arabanın plaka numarası 1684 idi. Aksaray-Kocamustafapaşa arasında dolmuş yapar, lâkin bir hafta çalışır, bir hafta tamir görürdü. Nâci biz akran sayılırdı. Nasıl öğrenmişti bilemiyorum ama, motoru baştan başa söküp yeniden monte edebilecek kadar bilgiliydi. Usta bir şoför oldu. Müşterilerini arabasına doldurmuş Aksaray’a giderken Esekapı’da başka bir arabayla çarpışıp vefat ettiğinde otuz yaşlarındaydı. Allah rahmet eylesin...
                                         * * *

No comments:

Post a Comment