İKİNCİ BÖLÜM / ŞU SEMT

KOCAMUSTAFAPAŞA
Kocamustâpaşa! Ücrâ ve fakir İstanbul!
Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel ru’yâda
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan yalnız biz,
Mânevî çerçeve beşyüz senedir hep berrak;
Yaşayanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havâyı
Hisseden kimse hakikat sayıyor hülyâyı
Âhıret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyâya dıvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.
Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.
Bir afîf âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak...
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden su içerken “şükür Allâh’a” diyen
Yaşıyor sâde maîşetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten
Türk’ün âsûde mizâcıyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağfiret iklîmi edinmiş bu yeri.
Şu fetih vak’ası, Yârab! Ne büyük mucizedir!
Her tecellîsini nakletmek uzundur bir bir;
Bir tecellîsi fakat, rûhu saatlerce sarar:
Kocamustâpaşa var, câmii var, semti de var
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu’cizeden,
Hak’dan ilhâm ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrısının mâbedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,
Bir fetih câmii yapmak dilemiş islâma.
Sebeb olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.
Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşıyanlarda da, ölenlerde huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
Hâfız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, o, bir nûra sarılmış yatıyor.
Gece, şi’riyle sararken Kocamustâpaşa’yı,
Seyredenler görür Allâh’a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyâretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan,
Gizli bir his bana hâtif gibi, ihtâr ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
“Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskîn eder endîşeliyi;
Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar.
Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fâtihi cedlerle beraber yaşamak!...
Geç vakit semtime döndüm Kocamustâpaşa’dan
Kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü’yâ’dan.
Bu muammâyı uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hâdisenin vardı derinliklerine;
Bu geniş ülkede, binlerce latîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Mânevî varlığının resmini çizmiş havaya.
-Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yâ’ya-
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!
                                                         Yahya Kemâl Beyatlı
                                                           








KOCAMUSTAFAPAŞA SEMTİ
Evvelâ bu semtin hudutlarını çizmek gerekir. Her ne kadar Cerrahpaşa, Davutpaşa, Silivrikapı, Samatya, Etyemez diye anılırsa da, târif edeceğim bu adada oturanların ortak sıfatı “Kocamustafapaşalı”ydı.
Bahçekapı’dan kalkan tramvay Aksaray’dan kale dışına doğru giden yoldan şimdiki İSKİ’yi geçince hemen sola sapar, Topkapı tramvayları ise yollarına dosdoğru devam ederlerdi. İşte o sapma noktasından itibaren Cerrahpaşa yokuşunun hemen başındaki, şimdi yerinde yeller esen Karakol, bizim semtin giriş kapısıydı. Bu yokuşu tırmanarak Kocamustafapaşa’ya gelene kadarki bütün durak ve mahallelerde oturanlar aynı otobüslerde seyahat ederlerdi. Son durak olan Sünbülefendi Câmii’nden sonra vasıta bulunmadığından, Silivrikapı’ya, kale dışından Marmara Denizi’ne doğru yola yaya devam edilir, Belgratkapı’dan sonra Yedikule’den içeri girilip tramvayın buradaki son durak hattını takiben, İmrahor, Samatya, Etyemez ve Lânga’yı geçip sola dönüldüğünde tekrar Karakol’a gelinir… İşte bu dairenin içinde yaşayanlar Kocamustafapaşalı’ydılar.
Otobüsün ilk durağı olan Sünbülefendi’den binen çevre halkı birbirini tanırdı. Yeni tanıştığım insanlar, benim semtinden birini sorduklarında, “muhakkak tanırım ama ismen bilemem” derim. Çünkü ya göz âşinâlığımız vardır, ya da ortak dostlarımız bulunur. Ucuzluğu ve aylık pasolarda yapılan tenzilâtı sebebiyle, memur ve talebe kesimi treni tercih ederlerdi.
Bu semtte oturanlar vasıta yönünden şanslı sayılırlardı. Çünkü denizyolları hâriç, tramvay, otobüs ve trenden istifade ederek işlerine gidip gelirlerdi. Trenler pek sık olmadığından, aynı saatte gidenler birbirini tanır, hep aynı vagonda seyahat ederler, çoğunlukla yer değiştirmezlerdi. Sanki yoklama yapar gibi, aralarında olmayanı merak eder, birbirlerine sorarlardı.
Bu semtte oturan serbest meslek sahipleri dışındaki işçilerin çoğu, çevre fabrika ve işyerlerinde çalışırlardı. Tekstil, marangozluk, ayakkabıcılık ve deri sanâyii o zamanki deyimle “tabakhâne”de çalışanların çoğu işlerine yaya gidip gelirlerdi. En uzak işyeri Çarşıkapı ve Kazlı-çeşme’ydi. Bu iş kolları buralarda toplanmıştı. İşyerlerinin meskenlere yakın  olması işverenlerin de çıkarınaydı. Hem ucuz işçi buluyorlardı, hem de adam lâzım olduğunda herkes bir ahbabını, komşusunu, oğlunu kolundan tutup buraya getiriveriyordu.
Ücretler, çalışma yıllarıyla orantılıysa da, uçurum sayılabilecek büyük farklılık olmazdı. Usta işçi belki onbeş lira fazla alırdı ama, bu, yaşantının değişmesini gerektirecek, daha farklı yaşatacak bir miktar değildi. Aynı sokakta, hattâ aynı semtte oturan insanların ev eşyası, yiyecek-giyecekleri, herşeyi aynıydı. Hattâ çok zaman çocuk sayısı bile değişmezdi! Meselâ birinde buzdolabı var da diğerinde teldolap var; veya biri kaloriferli evde oturuyor da diğeri sobalı evde.. Hayır, ya herkeste vardı, yahut hiç kimsede yoktu.
Bu verdiklerim aşırı örneklerdir. Aslında, radyo, koltuk, kanepe, çamaşır makinası, gardrop, yemek masası, çatal-kaşık takımı, şimdilerde söylenen (ne demekse) “servis takımı” veya “tencere seti”… Kısacası, bugün “zorunlu” denilen eşyaların hiçbiri kimsede yoktu.
Herkesin eşit olduğu bu dönemde olmayan birşey daha vardı: Kıskançlık ve haset!.. Kim, kimi niçin kıskansındı?.. Herkes bulduğuna râzıydı. Özenti yok, şükür vardı. Yahya Kemâl Bey ne güzel tarif etmiştir bu insanları:
Kuru ekmekle bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden su içerken “Şükür Allâh’a” diyen
ve
“Tâ fetihten beri mü’mîn, mütevekkil,  yoksul”
Bulduğuna râzı, kimsenin malında-makamında gözü olmayan; eskilerin deyimiyle, kan kusup “kızılcık şerbeti içtim” diyecek kadar vakur ve izzet-i nefsine düşkün kimselerdi.
Herkes birbirini tanır demiştim. Kızlara veya delikan-lılara da gene çevreden, huyu-suyu bilinen, ailesi tanınan, kolay tahkikat yapılabilecek kısmetler çıkar veya aranırdı. Birinin kızına görücü geldiğinde hemen komşusuna haber uçurur ve tahkikat başlardı.
-Bizim kıza bir talip var. Nâciyâ’nım...
-Ay çok sevindim, hayırlısı ise olur inşaallah.
-Bende öyle söyledim. Oğlanı çok methettiler...
-Kimlermiş? Nerede oturuyorlar?..
-Semtten, başka yerden değil. Abdullah Dede Sokak’ta oturuyorlarmış. Ben hayâl-meyâl hatırlıyorum. Çocuklar söyledi, küçükken gelip çayırda top oynarmış. Görmüştüm, maşallâh büyümüş adam olmuş...
-İyi ama kocaman sokak, hangi evde oturuyorlar?
-Dur, söylediler onu da… Tamam tamam, hatırladım. Hamiyet’in eniştesinin oturduğu evin yanındaki cumbalı, kapısı sarı boyalı bir ev var ya, işte orada oturuyorlar, kendilerininmiş…
-Sen hiç merak etme, hemen bitişiklerinde bizim Hürmüz Hanım’lar var. Belli etmeden gidip tahkikatı yapar, sana haber getiririm. Kız da beğenmiştir inşallâh!
-Biz sorduk, “sizler daha iyi bilirsiniz” dediğine göre zannederim gönlü yattı...
Delikanlı eğer biraz daha uzakta oturuyor da komşular oraları bilmiyorlarsa, bu kere daha değişik bir taktikle soruşturma yoluna gidilir:
-Ne iş yapıyormuş damat adayımız?..
-Fuat Bey’in fabrikasında ustabaşıymış. Altı senedir orada çalışıyormuş.
-Kazlıçeşme’de demek?
-Evet.
-O zaman öğrenmemiz çok kolay, eniştem biliyorsun kaç senedir orada, sana ıncığını-cıncığını, kimdir-nedir öğrenir, haber veririm.
Girişilen bu araştırmalar olumlu netice vermişse ve oğlan kızı, kız da oğlanı beğenmişse, evlenme meselesinin dörtte üçü halledilmiş demektir. Düğün hazırlıkları başlar. Kız kurulu düzen bir eve gideceğinden, uzun boylu eşya işi yoktur.  Babasının bütçesine göre çeyizine ekleyeceği yatak-yorgan, birkaç kap-kacakla gelin hanımın hazırlıkları bitmiş demektir. “Kız tarafı yatak odasını yapar, çamaşır-bulaşık makinasını getirir” gibi pazarlıklar, karşı tarafı zora sokacak teklifler yoktur. Çünkü büyükler de böyle evlenmiş, iki gönül bir olunca samanlık seyrân olmuştur.
Önemli olan iki gencin fikren anlaşması ve iyi niyettir. O yüzdendir ki, o zamanlarda şimdiki kadar boşanma olmazdı. Bizden önceki dönemde annemin, teyzemin veya çevrede tanıdığım birkaç yaşlı ahbabımızın başından kısa birer evlilik geçmiş. Onlardan dinlemiştim. Bâzıları onüç-ondört yaşında bile değilken; zamanın geçerli mesleklerinden “miralay” veya daha küçük rütbeli subaylar, ya da durumu iyi sivil yaşlı adamlar, böyle fakir ailelerin kızlarına tâlip olurlar, üç-beş sene sonra da posalarını çıkartıp evlerine geri yollarlarmış. Bir yakınım böyle bir evlilik yaptığında adamın yirmiyedinci eşi olmuş! İmam nikâhını yeterli bulanlara, yaşanmış olaylardan işte canlı bir örnek. Bu sistem harem beslemekten daha ucuza gelirmiş. Adam bir süre sonra “hadi dön babanın evine!..” dediğinde, genç kadıncağız sâdece üstündeki elbisesi ve belki bir bohçasıyla, hiçbir şey talep edemeden döner gelirmiş.
Düğünler, bahçeleri olan evlerde yapılırdı. Düğün salonları henüz moda olmadığı gibi oraya ayıracak para da yoktu. Konu-komşu seferber olur, yemekler hazırlanır, iskemleler taşınır, çatal-bıçak-tabak getirilir, düğün başlardı. Çeyizde para tutan yatak-yorgan gibi giderler için durumu iyice olan akrabâ yardım eder, kap-kacak da komşular tarafından hediye olarak getirilirdi. Birbirlerine yardımı, düşküne el uzatmayı ibâdetten üstün sayarlardı. Fakire, öksüze, yetime yaptıkları iyiliğin onlara verdiği hâzzı hiçbir şey vermezdi. Evlenecek insanlara, yeni bir yuvanın kurul-masına katkı için herkes birbiriyle yarışırdı.
Yahya Kemâl Bey İstanbul adlı kitabında, “Zengin, geliri olanlar bir câmi yahut bir hayır müessesesini yapmakla vatan köşesinin bir toprağına adını verirler, halkın hürmetini kazanırlar, meşhur olurlardı. Az-çok mal vakfetmek herkesin arzûsuydu. Bu his bir an’ane olmuştu. En yüksek mevkîe gelmiş bir kişinin vakfı yoksa, hor görülürdü” diyor. Vakıf, câmi, çeşme yaptırma gücü olmayanlar da bu an’aneyi, evlenenlere yardım, muhtaçlara bakma gibi hayırlarla yürütürlerdi.
Yahya Kemâl Bey bu güzel şehri anlatırken; “İstanbul semtlerinde görülen tenevvür, rûhâniyyetten, hayat şevklerine kadar derece dereceydi. Eyüp, Kocamustafapaşa, Üsküdar’ın bazı köşeleri uhrevîydi. Buraları, Maurice Barrès’nin, ‘bâzı semtlerde rûh eser’ diye tasvîr ettiği yerlerdir…” der.
Gerçekten de, bu semtlerin insanlarında gördüğüm sevgi, kalenderlik, güleryüz, yardımseverlik ve espri gücünü, sonradan taşındığım semtlerde göremedim, bulamadım, hâlâ arıyorum! Yeni tanıştığım insanların bâzılarında bu rûhu, bu ışıltıyı farkedip soruştursam, onların da eski Kocamustafa-paşalı, Eyüplü, Üsküdarlı veya İstanbul’un böyle eski semtlerinden olduklarını anlıyorum.
Silivrikapı da bu eski semtlerdendir. Bu iki yerleşim bölgesi birbiriyle içiçeydi. O yüzden biraz anlatmak isterim.
Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi adlı kitabının notlar kısmında; “Silivri Kapısı adına fetihten az evvel Bizanslılarda dahi tesadüf edilmiştir. Selivria (Silivri)’ya giden yolun başında bulunduğu için ona bu ad verilmiştir. Kapının asıl adı Bizans devrinde büyük şöhreti hâiz bulunan ve bugün Balıklı tesmiye edilen ayazma yoluna açıldığından dolayı Porta-Pighi idi. Bu ad, kapının cenup tarafındaki kulenin üzerinde 1433 veya 1438 tarihinde yapılan tâmir münasebetiyle yazılmış kitâbeden anlaşılmaktadır. Grekçe yazılmış tercümesi şudur : Hayat verici Menba’ın Allah tarafından muhafaza edilen bu kapısı, çok dindar hükümdar olan İoannis ve Maria Paleologos’ların hâkimiyetleri devrinde 1438 (veya 1433) senesinin Mayıs ayında Manuel Bryennios Leontari'nin mesaisi ve masrafı ile tamir edilmiştir.”
Balıklı Kilisesi, Silivrikapı’nın hemen dışında, şimdi mezarlıklar arasından gidilen yaya on dakikalık yoldadır. Burası da “İmparator Leon-1 zamanında (457-474) şöhret kazanmağa başladığı için Silivrikapı ‘Porta Pighi’den evvel başka bir ad taşımış olması gerekir. Bu ad, herhâlde, bu civarda bulunduğu anlaşılan Porta Melantiados olabilir.”
1509 yılındaki şiddetli depremde kapı büyük zarar gördüğünden tâmir edilmiştir, bu yüzden diğer kapılardan farklıdır. Kapının hemen önündeki üç gözlü köprü de Osmanlılar devrinde yapılmıştır. Silivrikapı’dan çıkıldığında sol taraftaki yatır Elekli Dede’nindir. Sağ tarafta, eskiden bahçeli bir kahvenin bulunduğu yerde, mezarının kitâbesine, “Murâd-ı Râbî gününde Bağdad feth olunduğu saatte Silivrikapısı üstünde sâkin iken kendisini aşağıya bırakıp ‘Bağdad Feth oldu!’ deyû haber-i kerâmeti zuhûr eden merhûm Seyyid Haydar Dede” yazılı bir zat yatmaktadır.
Zaman zaman kalelerin üzerinde dolaşır, kendimize göre fanteziler geliştirir, kovuklarda, su yollarında, dehlizlerde “Bizans definesi” arardık!..
                                                * * *

Silivrikapısı dışında  Elekli Dede

No comments:

Post a Comment