EVİMİZİN EŞYALARI

Eski evleri, insanları ve yaşayışlarını anlatırken hep İstanbul’un bir semti olan Kocamustafapaşa’yı ve çevremdeki olayları anlatıyorum. Elbet bu şehirdekilerin hepsi aynı şekilde yaşıyor değildi. Belki o zamanlar da çok zenginler vardı ama, biz onlarla beraber olamadığımızdan, ben çevremdeki gözlemlerimi aktarmağa çalışıyorum. Gerçek şuydu ki, halkın pek çoğu bizim gibi yaşıyordu. Yoksulluk içinde geçen o günleri yaşamış olmaktan sıkılmıyorum. Giyim-kuşam, yeme-içme özelliklerimiz yanında, evlerimiz ve içindeki eşyalar, kullandığımız kap-kacak bugünkünden değişikti. Çoğu artık bilinmeyen bu unsurları anlatmayı da yararlı görüyorum.
Kocamustafapaşa’daki ahşap evlerin yıkılıp yerlerine apartman dikilmesi bir hayli geç olmuştur. Bu gecikmenin ilk nedeni, burada yaşayan insanların an’anelerine bağlı oluşları ve tek katlı mütevâzı’ evleri tercih etmeleri, ikincisi de, müteahhitlerin daha çok para kazanacakları semtlerde inşaata istekli olmalarıdır. Evler genellikle iki odalı ve bir kenarı mutfak olarak kullanılan sofalı yahut taşlıklıydı. “Nohut oda bakla sofa” deyimi o evleri çok güzel tarif eder. Tabii evlerin eşyaları da içine sığabilecek kadardı.
Eşya azlığının bir başka sebebi, geçmiş yangın-ların korkusuydu. Bizim nesil görmemiştir ama, İstanbul çok büyük yangınlar geçirmiş ve bu yangınların çoğunda kimse eşyasını kurtaramamıştır. Özellikle gece başlayan ve hızla yayılan bu felâketler sırasında insanlar ancak elbiselerini alıp kendilerini sokaklara atabilmişlerdir.
1865’deki Hocapaşa yangını yirmi saat sürmüş, Cağaloğlu, Nûruosmaniye, Tavukpazarı, Divanyolu, Sultanahmet, Çemberlitaş, Akarçeşme, Gedikpaşa, Kumkapı tamamen yanmıştır. Bu tarihte Burhan adlı bir âşık, yangının yayılışını bakınız nasıl anlatmış:
Çok büyük yangınlar olmuştur ammâ
Bu şiddetle yangın olmamış aslâ.
Hocapaşa semti sönmeden bâlâ
Gedikpâşa oldu hâk ile yeksan…
Bir aşka “yangın destancısı” Nâmî ise, “Destân-ı İstanbul der vasf-ı kolera ve harîk-ı Hocapaşa ile Galata” başlıklı destanında şöyle diyor.
Sokaklarda kaldı harîk-zedegân
Câmi avlularını itdiler meskân
Kimisi aç, susuz, sefil, sergerdân
Döyünürdü giryân giryân İstanbul…
20. Yüzyılın başlarına değin her yangın çıkışında, Edirne’yi de sık sık su bastığından Edirne sudan İstanbul ateşten batacak” derlermiş. 1890 Keresteciler yangınında Âşık Cevlânî ise,
Sene bin sekizyüz doksan tamam
Eyledi bu yangın her yanı yaman
Bu hâneler yapılacak ne zaman
Ki oldu herpisi de vîrân (e)
İşte böyle yangınların korkusundan olacak, ev eşyalarının pek çoğu, yükte de pahada da hafif malze-medendi. Evlerin eşyaları arasında hatırdıklarım bazıları şunlardı:
Küpler
Evin büyük ve kıymetli eşyalarından sayılan küp, şimdiki gençlere nasıl anlatılabilir?..  Elbette, kilden yapıldığını, içinin sırla kaplandığını, su mahfazası olarak kullanıldığını, çünkü evlerde su tesisatı bulunmadığını; içinden su alınan maşrapanın küp üzerinde durduğunu ve bu maşrapanın başka bir işte kullanılamıyacağını, küpün tahta kapakla kapatıldığını, üzeri beyaz bir örtüyle örtülerek toz girmesinin önlendiğini söyleyerek tarif edebilirim ama, gençler o devri yaşamadıklarından, “ne gerek vardı küpe, bidonda yahut cam şişede, damacanalarda saklasalardı ya..” diyebilirler. Ne var ki, cam çok pahalıydı, plastik de henüz bilinmiyordu.
Küp, evin hemen girişinde durur, “saka”, getirdiği suyu evin içine girmeden küpe boşaltırdı. Küpün içi sık sık temizlenirdi. Kimi evlerde küp toprağa gömülür, zemin seviyesinde sadece kapak görünürdü. Bâzan çatlayan küpler, bu işle uğraşan kilci’lerden çamur alınarak dıştan sıvanır, sızmalar önlenirdi.

Sandık
Evdeki sandık sayısı ailenin maddî durumunu gösterirdi. Fakir ailelerde bir, orta hallilerde iki, daha zenginlerdeyse daha fazla sandık olurdu. Evlenen kızlara verilen çeyizlerde ölçü “sandık”tı. “Kaç sandıkla gelin ettik…” denilirdi. Bugün kullanılmayan sandıklar bizim evlerimizin vazgeçilmez eşyasıydı. Gardrop olmadığından, mevsimine göre yazlık veya kışlıklar naftalinlenerek sandıkta saklanırdı. Evde genç kız varsa, danteller, kırlentler, elişi örgüler, çamaşırlar gibi ona ait cihaz, yâni çeyiz de sandıkta korunurdu. Sandık yabancıların yanında açılmazdı.  İçinde evin en kıymetli eşyaları durduğundan, başkaları bunu “gösteriş” zannederler diye düşünülürdü. Evin hanımı, kendi yerleştirdiği sandığı hâfızasına öyle nakşederdi ki, sandık açılmış veya karıştırılmış olsa hemen farkına varırdı.

Sofra tahtası
Fakir ve orta hâlli evlerde yemek, ölçüsü hâne nüfusuna göre hesaplanıp tahtadan yapılmış, yuvarlak ve yerden otuz santim kadar yükseklikteki sofra tahtası’nda yenirdi. Portatif masa yerine geçen sofra tahtası evin önemli eşyasındandı. Bir kenarına takılı ipinden duvara asılır, böylece küçük metreka-relerde yer kaplamazdı. Yemek zamanı duvardan indirilir, üzerine sofranın çapından daha geniş bir örtü serilirdi. Bu alçak yemek masalarının tamamlayıcısı olan sofra bezi, sofra çevresinde yere oturan-ların üstlerine ya da zemine yemek damlamasın, ekmek kırıntıları dökülmesin diye bacaklara örtülür, sofra kaldırıldıktan sonra bahçede bir duvar kenarına ya da varsa tavuk kümeslerine silkelenir, o kırıntı-lardan başka yaratıkların da sebeplenmesi sağlanırdı. Sofra kurulduktan sonra yemek bir sini içinde üzerine konur, ev halkı sofra çevresine bağdaş kurup oturarak yemeği aynı kaptan yerdik. Herkes önüne rastlayan kısımdan yer, kaşığını başka tarafa uzatıp yemeğin iyi tarafını seçmezdi.
Durumumuz biraz düzelip bizler de büyüyünce, kızkardeşlerim bulaşığı yıkamayı kabûllendiler ve biz de herkesin ayrı tabaklarda yemek yemesi modasına döndük. Bu yemek tarzı da, eve yemek masası ve iskemleler alınana kadar sürdü.

Mangal, maltız
Her evde bu âletlerin ikisi de muhakkak bulunurdu. Maltız imâlâtını annem yapardı. Boş bir kova veya tenekenin etrafı tuğlayla örülür, kömürün yanacağı orta yerine bir ızgara konulurdu. Taşkömürü kullanılması tercih edilen maltız daha çok çamaşır günleri yakılır, ateş yanınca bir teneke su içine konulan çamaşırlar burada kaynatılırdı. Mangal, ilk ve sonbaharların en çok aranan eşyalarındandı. Isınma amacıyla yakılırdı ama, onun değişik görevleri vardı. Sacayak denilen demirden yapılmış üç ayaklı bir tür sehpa üzerine tencere yerleştirilir veya çay burada demlenirdi. Sacayak’ın üzeri hiç boş kalmaz, mutlaka kaynayan bir şey bulunurdu. Kenarından bir yere tiryâkiler cezveleri sürer, kahvelerini pişirirlerdi. Mangalın külü bile önemliydi; bulaşıkta temizleyici, çörek yaparken kabartma tozu olurdu.
Akşam yatarken, mangalda kalan kor hâlindeki ateş külle örtülür, sabah kül eşelendiğinde altından çıkan ateş, akşamki sıcaklığını kaybetmiş de olsa odanın havasını kırardı. Mangalların değişmez bir aksesuvarı da maşa’larıydı. Mangalın bir kenarına asılı durur, ateş onunla kartıştırılır, kor parçaları onunla tutulur, külde pişmiş sıcak kestaneler onunla toplanırdı. Mangallar da ailenin gelir durumuna göre çeşit çeşitti. Teneke, sac, bakır ve evlerin dekoratif eşyası olan, mükemmel pirinç malzemeden yapılmış san’at eseri mangallar vardı.
Sedir, kerevet
Bizim evlere “somya” çok geç geldi. Tahtadan yapılmış ayaklı çatmalardan ikisi karşılıklı konur, üzerine tahtalar dizilerek sedir tamamlanırdı. Tahtaların üzeri pamuk, yün veya kıtık doldurulmuş şiltelerle örtülür, köşe yastıkları da yerleştirildi mi, evin bugünkü deyimle “koltuk takımı” hazır sayılırdı. Sedirin bir görevi de akşamları “yatak” olmasıydı. Büyükler buralarda, çocuklarsa yere konmuş şiltelerde otururdu. Sedire oturmağa kalktığımızda ikaz edilirdik. Misafir gelmişse sedir onlara ikram edilir, ev sahipleri yere otururdu. Aksi durum için, “ev sahibinin delisi baş köşede oturur” denirdi.
Tahta sedirlerin kendine özel sıkıntıları vardı. Ara sıra  tahtalar kırılıverir, bir de, “tahtakurusu” denilen ve ezildiklerinde pis kokan asalakları barındırırlardı. DDT adlı ilâç icat edilene kadar tek çare, yuvalandıkları yerlere kaynar su dökerek bu yaratıkları yok etmekti. Hatırladıklarım arasında en sıkıntılı olanlar, tahtakurularının insanlara verdiği zararlardı. Onlar, halk türküleri ustası Şemsi Yastıman’ın repertuvarına girecek kadar insanı bîzâr eden âdetâ bir millî felâketti. Gece yarısı kaşıntılarla uyanır, yatağın içinde avcılığa başlardık.
Bu mahlûkla tanışmadıkları için şimdiki nesli gerçekten şanslı sayarım!..

Radyo
Evin en önemli ve en lüks eşyasıydı. Tehlikesiz bir yerde ve başköşede dururdu. O zamanların tek eğlence aracıydı. Saat 17.00 civarında açıldığından, kullanılmadığı saatler boyunca, işlenmiş beyaz örtülerle örtülürdü. Şimdikiler gibi transistörlü değil “lâmbalı sistem”le çalıştığından açar açmaz ses vermez, lâmbaların ısınması beklenirdi. Radyonun açılması için aile büyüklerinin izni alınır, onu herkes elleyemezdi. Mahallede ölüm, hastalık gibi üzücü bir olay varsa, akrabalık ve komşuluk derecesine göre bâzan kırk güne varan sürelerle yas tutulur, radyo açılmaz, açılacaksa yalnız “ajans” (haberler), çok kısık sesle dinlenip kapatılırdı. Radyoyla ilgili bu terbiye uzun yıllar devam etti.  Otobüsle uzun yolculuk sırasında araçta radyo çalıyorsa, mezarlık yakınından geçerken şoförler radyoyu kapatır, bir Fâtiha’lık zaman geçip merhumların kapsama alanı dışına çıkıldıktan sonra radyo tekrar açılırdı.
Türkiye’deki günlük radyo yayınları o zamanlar saat 23 civarında sona erdiğinden, bu saatlerden sonra da Arap radyolarını dinlerdik.
Teldolap ve bâzı mutfak malzemesi
Tahtadan yapılmış, kapakları ve yanları ince gözlü örgü tellerle kaplanmış olan teldolap, mutfakların en lüzumlu eşyasıydı. Bugünkü buzdolaplarının görevini yapardı. Mutfağın bir duvarına iple asılır, böylece hânenin nafakasını kedinin ve farelerin şerrinden korurdu. Önünde mandallı bir kapısı, içinde rafları vardı. Hem bütçe darlığından hem de bozulur korkusuyla bakkaldan-kasaptan yiyecek malzemesi azar azar alınırdı. En zengin ailenin bile alacağı et miktarı bir kiloydu. Mutfak edevâtından elek, un ve bulgur elemek için kullanılırdı. Yuvarlak bir kasnağa gerilmiş kafesli tellerden yapılmış elekler de duvara asılırdı. Bakkallar “hubûbât” denilen tahılları çuvallarda açık olarak sattıklarından, evde muhakkak eleme işlemi yapılırdı.
Yemeklerimiz maltız ve mangallarda pişerken, sonraları bir aşama sayılan gazocağı’na terfi edildi. Ne var ki bu âlet fazla teferruatlıydı. Gazı, ispirtosu, iğnesi, pompası vardı. Onu yakmak ustalık işiydi. Evvelâ yuvarlak çanakçığına mâvi ispirto dökülüp yakılır, az üstteki gazocağı başlığı ısındığında, gaz deposunun hava tahliye musluğu kapatılır ve  pompalama başlar. Yanma başlamazsa meme yukarı gaz püskürtmüyor demektir. Bu taktirde özel gazocağı iğnesiyle tıkalı memeyi açmak gerekir... Bu âletin ârızası o kadar çoktu ki, bir kısmını evde kendimiz hâlletmekle birlikte, o zamanlar pek revaçta bir meslek olan gazocağı tamircilerine götürürdük. Bu önemli eşyanın iktidarı, fitilli Hot marka ocaklar piyasaya çıkana kadar sürdü. Bu ocağın yakılması ve söndürülmesi esnasında da mutfağı gaz  kokusu kaplardı ama, çok daha pratik olduğundan hemen gözde oldu. Alüminyum henüz daha ortalarda yoktu. Bakırdan yapılmış tencere ve sahanlarımızın sık sık kalaylanması gerekirdi.

Konsol, ayna ve lâmbalar
Bizim evde yoktu ama, hâli-vakti yerinde olan ailelerde odanın en lüks eşyası, üzeri radyo, biblo, resim gibi eşyalarla süslenen konsollardı. Bu konsollar bol çekmeceliydi. Gösterişli olması için de üzerlerine kalın çerçeveli kristal ayna konurdu. Bu aynanın bir görevi de, geceleri önüne konan gaz lâmbası ışığını evin içine yansıtarak daha çok aydınlanma sağlamasıydı. Çok basit cam hazneli lâmbalar olduğu gibi, Fransız, Bohemia veya Çin porseleninden el işi süslemeli pahalı lâmbalar da vardı. Lâmbanın temizliği, içine gaz doldurulması, yakılması marifet isterdi. Lâmbaların bakımı, ev hanımının veya evin genç kızının temizliğinde ölçü sayılırdı. Lâmbanın gazı gündüzleri doldurulur, fitili düzgün kesilir, cam şişesi, içine “hoh” denilip nemlen-dirildikten sonra, bu işe ayrılmış bir bezle ve gıcırtılı sesler çıkararak silinirdi.
Evlerin asıl aydınlanma aracı olan gaz lâmbalarından ayrı olarak bir de idâre lâmbası ya da şinanay denilen küçük lâmbalar vardı. Az sarfiyatla az ışık verdiği için böyle anılan idâre lâmbaları, gece karanlığında ev içinde dolaşmak veya tuvalete gitmek için, ya da tam karanlıkta yatamayanların odasında sabaha kadar yakılmak için kullanılırdı.
Yatak-yorgan
Birçok evlerde misafir odası, oturma odası, yatak odası aynı mahâldi. Sedirler yetmediğinde, evin bir köşesinde duran yatak yığınının üstündeki örtü kaldırılarak, yer yatakları serilirdi. Biraz varlıklı ailelerin yatakları yün, büyük çoğunluğunki ise kıtık ve bezlerle doldurulmuştu. Yorganlar, marifetli ev hanımları tarafından kaplanırdı. Bu iş için kocaman yorgan iğneleri kullanılırdı.


Diğer eşyalar
Halı, büyük lüks sayılırdı, yerlere ancak kilim serilirdi. Bâzı kilimler de kışın kapı açık kalınca oda soğumasın diye kapı kasalarına çakılırdı. Duvarlara aile büyüğünün, ama daha ziyade, askerlik yapmış dedelerin üniformalı resimleri asılırdı. Eve ilk gelen misafir kendileriyle tanıştırılırdı. Saatli Maarif Takvimi hem bilgi veren, hem de oda duvarlarını süsleyen vazgeçilmez unsurlardandı.
                                         * * *

No comments:

Post a Comment