BAYRAMLAR

İnsanların, önceden yer ayırtıp gideceği yerleri, şehirden kaçacakları yazlıkları, hattâ şehir dışına çıkacak yol paraları dahi yoktu. Zaten İstanbul o kadar güzeldi ki, temiz havası ve deniziyle bu tip seyahatlere hiç gerek duyulmazdı. Bayram önceleri evin temizliği, çoluk-çocuğun giyim-kuşamı, pişirilecek yemekler tasarlanıp hazırlık yapılırdı. En fakir ailelerde bile önce çocuklar düşünülür, onlara yeni birşeyler giydirilme gayreti öne çıkardı. El öpmeğe gelebilecek çocuk sayısı kadar, kız ve erkeklerinki ayrı çeşitte mendiller alınıp saklanırdı. Kızların mendilleri daha cicili-bicili, bebekli, erkek çocuklarınki düz veya çizgiliydi. Aldığımız mendillerin tamamını kullanmazdık. Annem hesaptan fazla gelen çocuk olmuşsa bizim mendillerden dağıtırdı. Mendilin yanında cep harçlığı, bayramlık para verilirdi.
Ne kendi ailemden ne de çevremdeki ailelerden, “kim çıkarmış bu âdeti, zâten geçinemiyoruz, bir de çocuklara para dağıtıyoruz…” diye bir yakınma duymadım. Verilecek harçlıklar aile reisinin o günkü bütçesine göre belirlenirdi. Ancak bu miktar hiçbir zaman bir önceki bayramda verilen paradan az olmazdı. Beş kuruş, on kuruş, yirmibeş kuruşluklar, çocuğun yaşına ve aileye yakınlığına göre değişirdi. Babam nasıl dağıtıyorsa, akraba ve komşuların babaları da aynı şekilde bizlere para verirdi. Öyle bir sistem kurulmuştu ki, parayı baban dağıtıyor, başka kanallardan geri topluyorsun! Bütün bunlar insanları kaynaştıran, sevindiren, vereni de alanı da memnun eden güzel âdetlerdi.
Biz çocuklar akraba ve komşularımızın evlerine uğrayıp çıktığımızda kabaran ceplerimizdeki paranın hesabını bir muhasebeci titizliğiyle yapardık. Aramızda rekabet vardı: Kim daha fazla toplayacak!.. Bizler için en büyük tuzak bayram yerleriydi. Ama buralar bayram günlerinin tuzu-biberiydi. Kendimizi tutamaz, harcamağa başlardık. Buralarda neler yoktu ki… En başta atlı arabalar gelirdi. Bunlar sınıf sınıftı. Süslü oturacak yerleri yastıklı arabalar ikinci sınıftı. Birinci sınıflar ise gene süslü faytonlardı. Arabacılar müşteri çağırırken en uzak gidilecek yerin adını duyururlardı. Meselâ bizim bayram yeri Sünbülefendi Câmii’nin hemen dışındaki bir meydandaydı. Arabacılar o noktadan başlayıp “Cerrahpaşa, Esekapı, Aksaray’a!” diye bağırırlardı. Bizler birer-ikişer gelir, bâzan yoldan geçen arkadaşlarımızı da dâvet ederek arabayı doldururduk. Araba hareket ettikten sonra birimizin öncülüğünde, bildiğimiz okul şarkılarını sıralamağa başlardık. Gelen geçenler ve başta arabacı bizi teşvik ederdi. Elbette edecekti, adamcağızın radyosu-teybi yoktu ki reklâm yapabilsin!
O bayram sevinçleri ancak yaşanılarak tadılacak lezzetlerdi. Şimdiki nesil, “bunun da neresi zevk acaba?..” diyebilir. Elbette öyle diyecektir. Bunca bolluk içinde her türlü oyuncağa, bilgisayara, cep telefonuna, paraya, hattâ babasının aldığı arabaya sahip zamâne çocukları için bunlar hiçbir şey ifade etmez. Bizim çocukluğumuzdaki mutluluğu onların ailece tatminsiz yüzlerinde aslâ göremeyiz. Çünkü bizlere, “şükretmesini” öğretmişlerdi…
Yaptığımızın en güzel, en iyi olduğuna inanmış-tık. Daha iyisi can sağlığıydı. Kandırıldığımızı düşünemiyorum. Amaç mutluluksa, hiç şikâyetimiz yoktu. Şimdiki çocuklar ve gençler hiçbir şeyi beğenmeyip sırf başkalarının elinde-kine sahip olmağa çalışıyorlar. Burada büyük kabahatin bizim nesilde olduğunu biliyorum. Ama çaresizdik. O kadar yokluk çektik ki, her türlü yenilik ve değişikliğe aç kurtlar gibi saldırdık. Çocuklarımıza büyük mutluluklar vermeğe, onlara yoksulluğu tattırmamağa çalıştık. İşin buralara varacağını bilemedik…
Yeni ve güzel elbiseler giymek bizler için büyük sevinçti. Hele kız çocukları, daha elbisenin kumaşı alındığı, dikilecek model kararlaştırıldığı andan itibaren arkadaşlarına büyük bir heyecanla biçimini, rengini, desenini tarife başlarlardı. Elbiseleri anneler dikerdi. Bayram günleri çocukların hepsi birer “biblo” olurdu. Erkek çocukların kıyafetleri, bayram yaza gelmişse dikilen bir pantolon ve gömlekten ibaretti. Mahalle terzileri genellikle büyüklerin eski elbiselerinden ters-yüz edilen giysileri büyük bir maharetle küçültürlerdi. Dikilen elbisede mendil cebi, kumaşın tersi çevrildiğinden soldan sağa geçerdi! Bunun için de bir çare bulunmuştu. Cep yerlerine dıştan çift taraflı kapak yapılırdı.
Herkesin bir gündelik, bir de yabanlık, yâni bayramlık kıyafeti vardı. Yenilerini giymiş bir çocuk gördüğümüzde hemen etrafını sarar, sebebini öğrenmeğe çalışırdık. Çünkü ya bir düğüne gidiyorlardır ya da utanılacak bir ziyarete.
Yamalı gezmek ayıp değil, yırtık gezmek ayıptı. Kim moda takip edebilecek, kim, hangi televizyonda farklı kıyafetler görecekti?.. Çevrede özendiğimiz, beğendiğimiz insanlar da bizim gibi giyiniyorlardı. Yeni alınan ayakkabıyı, sanki başkası alıp giyecekmiş gibi yastığımızın altına değil ama başucumuza koyar, deri kokusunu koklayarak uyurduk.
At arabalarından sonra bayram yerlerinde ikinci sıradaki heyecan “kayık salıncakları”ydı. Büyüklerimiz “düşme” ihtimâli olduğundan bunları tasvip etmezler, hattâ yasaklarlardı. Dönme dolaplara, ata binilirdi. Bisiklet kiralanırdı. Bisiklete binmesini çoğumuz bilmez, belki bize de bir kaç tur verir, binmesini öğretir ümidiyle, bir bilenin peşinden koşardık. Bâzan bu imkân bulunur, “bilen” selenin arkasından tutar, hem peşimizden koşar hem de “gidonu sağa kır, sola kır” diye tâlimat verirdi. Bütün bir semtte kendi bisikleti olan çocuk sayısı o kadar azdı ki… Onlarla da samîmiyetim olmadığından, bisiklete binmesini hiç öğrenemedim.
Gerçi hevesim de yoktu ama, bir arkadaşımın başına gelenlerden sonra cesaretim iyice kırıldı. O arkadaşımla seneler sonra bir yerde karşılaştık. Ne o beni tanıyabildi, ne de ben onu. Ve sohbet şöyle gelişti:
-Nerelisiniz ?
-İstanbul, Kocamustafapaşa’da büyüdüm.
-Ben de oralıyım…
-Demeyin! Aşağı-yukarı aynı yaştayız. Sizi tanımam lâzım. Kimleri bilirsiniz?  Mutlaka ortak arkadaşlarımız vardır.
-Biz Ağaçayırı’nda otururduk, Nuriye Hanım teyzenin evinde…
-Dur şimdi hatırladım galiba…Tanıdım! İsmin Semih değil miydi? Amma değişmişsin. Elbette, aradan en az otuz sene geçti. Beni tanıman lâzım, İtfaiyeci’nin oğlu Sâlih…
-Nasıl hatırlamam kardeşim! Sen de çok değişmişsin. Hele senin bir bayram günü kiraladığın bisikletten elini bırakıp giderken düşüşün hâlâ gözümün önünde. Kolun kırılmış sallanıyordu, sen de acıdan bağırıyordun. O dehşet anı hâlâ gözlerimin önündedir. Kolun günlerce alçıda kalmıştı. Nasıl bildim mi?...
-Doğru… Hâlâ o kolun sıkıntısını çekiyorum…
Bundan sonra hâl-hatır sormalar devam etti. İşte o günün korkusuyla bisiklete binmeyi denemedim bile.
Bayram yerlerinde en çok paramı, bugün yerinde yeller esen “turşucu”da harcardım. Tezgâhtar da tanımıştı beni. İçeri girer girmez bir bardak acılı suyun yanında bir salatalık uzatırdı. Sanki şerbet içiyor gibi yuvarlardım o suyu. İyi ki içmişim o zamanlar. Şimdi tansiyon yüzünden, kavanozu ancak dışından elleyebiliyorum! İçilen yedi-sekiz bardak turşu suyu insanı susatmaz mı? Kimse pet şişe, cam şişe suyu bilmediğinden, sokak çeşmelerinin musluğuna ağzımızı yapıştırır, kana kana içerdik.
Bayram yeri dönüşü evde sorgulama başlardı:
-Kaç paran var ?..
-Beş liram.
-Aferin ne kadar harcadın?..
-Yüzelli kuruş filan...
-Bak oğlum, tasarrufu öğren, paranın bir kısmını biriktir Yarın-öbürgün okullar açılacak, bir sürü şeye ihtiyacın olacak. Biliyorsun baban memur, hiç olmazsa bu tip masrafların bir kısmını kendin karşıla. Top istiyorsun onu da alırsın. Ayakkabının pençe yapılacak hâli kalmadı, onu alırız.
-Tamam.. Al üç lirası sende kalsın, ben geri kalanıyla bayramı geçiririm. Kardeşime de tenbih ederim.
Ders kitabımızda “tasarruf”la ilgili bir şiir vardı. Tamamı aklımda kalmadı. Hatırladığım kadarıyla aşağı-yukarı şöyleydi:
Hergün en az yüz para                  Bir metelik boş yere
Yutuyor bu kumbara                     Şimdi neden vereyim
Şeker evde doludur                        Bu yılbaşı olunca
Bebekse korkuludur.                     Açılacak kumbaram
                                                     Olacak dokuz liram
      Demek ki bu şiir bizden evvel yazılmış. Çünkü ben “metelik” zamanını pek bilmiyorum. Ama “kırk para” bir kuruş,  “yüz para” ikibuçuk kuruştu. Ortası delikti bu paraların. Hergün yüz parayı kumbaraya atarsak bir yıl sonra dokuz liramız oluyormuşuz. “Bebek korkuludur” demek, bebek şeklindeki kumbaranın kolay kırılması yüzündendi. “Şeker evde doludur” sözü de, dışarıdan almağa ne  gerek var anlamındaydı.
     Para biriktirmek meğerse ne kadar gerekliymiş... Bizim çocukluğumuzda, hattâ yakın zamana kadar “enflasyon” nedir kimse bilmezdi. Yıllar boyunca alım gücü aynı kalırdı. Yâni, bir eşya yılbaşında kaça alınıyorsa, üçyüzaltmışbeş gün sonra aynı paraya alınırdı.
Önce de söylediğim gibi, bütün akrabalar aynı semtte otururduk. Bayram sabahı yeni elbiselerimizi giyip el öpmeğe çıkardık. Dayı, hala, teyze, komşu herkes bizi yanaklarımızdan öper, iltifat eder, “paşa oğlum” diye sever, sonra içerideki odadan ismimizi seslenir, yanına gittiğimizde mendil ve harçlığımızı verirdi. Eğer tek olarak gitmişsek, hediye avuç içinde saklanıp çaktırmadan cebimize sokulurdu. Biz de cilvemizi yapar, sanki onun için gelmemişiz gibi, “olmaz ama, rica ederim, zahmet ettiniz” gibi aklımızca teşekkür yerine geçecek kelimeler sıralardık. Evde tenbih ederlerdi: “Sakın arsızlaşmayın! Belki sıkıntıları vardır, ellerine bakmayın. Birşey beklediğinizi hissettirmeyin. Tok gözlü olun, bir müddet oturduktan sonra müsaade alıp çıkın..” derlerdi.
Onca yoklukta bile insanlar mutluydu. Çünkü sizde olmayan komşuda da yoktu! Evler, eşyalar, âletler, giyim-kuşam birbirinin aynı ya da benzeri olup, fark belki ancak  renkte, desendeydi. İnsanlar bulduklarıyla yetindikleri, şükrettikleri, çevresine uyum sağladıkları, o çevrenin bir parçası olduklarını hissettikleri zaman, hayata bağlılıkları ve diğer insanlara yaklaşımları çok daha sevimli, hoşgörülü oluyor. Yaşantılar arasındaki farklılıklar insanı hasetliğe, çekememezliğe itiyor.
Meselâ şimdilerdeki “araba rekabeti” buna  acı misâldir. Bütçesinin elverdiği marka ve modelde bir arabaya sahipse, hiç arabası olmayan insanları aklına getirmiyor da, komşunun bir model üst veya başka marka arabasına hasetle bakıyor! Kendisi düşünmese bile, eşi-çocukları adamcağızı bunaltarak arabayı “yenilemesini” istiyor… Hattâ istemek değil, emrediyorlar! Kimse de, “yahu benim kazancım bu, alabileceğim araba da ancak şu” diyemiyor. Başlıyor bütçesini zorlamağa. Çareler arıyor, yapılabilecek o kadar çok şey var ki; taksitle de veriyorlar. İmzalıyor senedi-çeki, son model arabaya hemen kavuşuyor! Sonra da problemler başlıyor…  Taksitleri ödeyebilmek için, memursa rüşvet alıyor ye de zimmetine para geçiriyor. Bunları yapamayan, asıl görevinden zaman çalarak ikinci işe zorluyor kendisini. Esnafsa fiyatlara ilâve edip, eksik tartıp aşırı kârla açığını kapamağa çalışıyor. Bunların hiç birini yapamıyanlarsa, alacaklılardan kaçmağa başlıyor! Çıkış yolunu bulamazsa, ailesine, eşine-dostuna, alacaklısına acıklı bir mektup yazarak Boğaz Köprüsü’nden kendini atıyor ve aklınca çözüme ulaşıyor. Borçlarını ödemek geride bıraktıklarına kalıyor!
Eskiden de intihar ederlerdi ama, sebeblerin çoğu bugüne göre daha mantıklıydı inanın. Aşk intiharları veya haysiyet intiharları, şimdi ekonomik intiharlara dönüştü! İşte “şükür” bu yüzden gereklidir... Ailenin evlâtlarına bıraka-cakları en güzel miras, onlara kanaatkâr olabilmeyi, şükredebilmeyi öğretmeleridir. Hırsın sonu yoktur, hırs insanları canavarlaştırır. Şükretmekten maksadımız ise, tembellik, atâlet, miskinlik değildir elbette.
Çevremizde, ve bâzı siyasîlerimizde görüyoruz. Ev, araba, arazi... Dikkat ediniz; çarpık yollardan akıl almaz varlıklara sahip olmuş kişiler mesut değildirler. Ömrünün sonuna kadar yese, çocukları ve torunları da yese bitmeyecek olan varlıklar, gözü doymayan kişiyi frenliyemiyor. Ama böylesi varlıklar bir sonraki neslin başına belâ oluyor. Emek nedir bilmeyen, hazıra konan çocuklar ya da torunlar, başlıyorlar har vurup harman savurmağa. Para bitecek gibi değil, eksilmiyor! Bitirmek için aşırı lüks başlıyor, kumar başlıyor, sonra içki-uyuşturucu faslı başlıyor... Ve bu sefâhat filminin sonu hüsranla, bâzan da intiharla noktalanıyor. Çünkü o servetin içinde alınteri bulun-muyor!
Masalların çoğu, “pâdişâhın biri..” diye başlar. Hepsinin de ya üç kızı, ya da üç oğlu vardır. Böyle pâdişahlardan biri artık yaşlanmış, tahtını en lâyık olan çocuğuna devretmesi gerektiğinden, onları imtihan etmeye karar vermiş. Üçüyle de konuşmuş, kendilerine belli bir süre tanımış, bu zaman içinde gidip para kazanmalarını, en çok parayı getirecek becerikli oğlunun hükümdar olacağını söylemiş. Delikanlılar yola koyulmuşlar. Büyük şehzade kısa zaman sonra yanında pek çok altınla geri gelmiş, huzûra girdiğinde elindeki altın dolu torbayı babasına uzatmış. Saray bir nehir kenarındaymış. Pâdişah keseyi açmış, altınları bir bir sayıp nehre fırlatmış. Miktar belli olduktan sonra, oğluna, kardeşlerinin dönüşünü beklemesini söylemiş. Ortanca oğul da altınlarla dönünce aynı işlem başlamış. Altınlar bir bir sayılarak, şehzâdenin şaşkın bakışları arasında pence-reden nehre fırlatılmış. Nihayet küçük şehzâde dönmüş, babasının huzûruna çıkmış ve elindeki tek altını uzatmış. Pâdişah parayı eline alınca, “hepsi bu mu?..” diye sormuş ve parayı tam nehre atacakken oğul fırlayıp babasının elini yapışmış:
- Aman efendim ne yapıyorsunuz?... Ben bu parayı kazanmak için çok çalıştım. Hamallık yaptım, lâğım temizledim, canım çıktı. Onu atamazsınız!...
Pâdişah, küçük oğlunu tahtına oturtup demiş ki:
- Senin paranda alınteri var evlât, işte helâl para budur. Kendi alınterinin kıymetini bilen, başkalarının hakkına da saygılı olur.
Gerçi Osmanlı Devleti de bu pâdişah hikâyesine rağmen belli bir tarihten sonra başlayan har vurup-harman savurmalar, tatminsizlikler yüzünden çöktü. Para, mevkî, kuvvet-kudret, şöhret, hazır para ve bolluk, sonraki nesillerde hazımsızlığa dönüştü. Osmanlı’dan hemen sonra gelen ilk nesil ve onun devamı olan bizim neslimiz, sıkıntıları aşmak için çok çalışıp kemer sıkma dönemleri yaşadı. Ve alınterleri, yeniden elde edilen helâl güzellikleri yarattı. Ekonomik rahatlamayla beraber, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki gibi, yeniden tatminsizlikler, sefâhat ve  büyük borçlanmalar başladı.
Burada, İstiklâl Marşı Şâiri’nin bir kıt’ası geliyor aklımıza:
“Geçmişten adam hisse kaparmış, ne masal şey!
 Beşyüz senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?..
 Târih’i “tekerrür” diye târif ediyorlar;
 Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?..
Yaşanmışlardan ibret almak, geçmişi unutmamak, tedbirli hareket etmek, hazımlı olmak ve her neslin katkı sağlıyacağı “sağlıklı büyümek” şarttır.
Ders alınacak olayları yeni nesle aktaran yazıların önemi burada ortaya çıkıyor. Elinizdeki kitabı yazma niyetimi söylediğim bir yakınım: “Kimi ilgilendirir sizin çektiğiniz sıkıntılar?” dedi... Önce hak verir gibi oldum. Ama sonra kendi kendime (işte, mirasyedi bir düşünce tarzı daha) dedim.
Geçmişi öğrenmek ve ibret almak gerekir. Bizim neslimize de geçmiş anlatılırken, bize de masal gibi gelirdi. Söylenenler bir kulağımızdan girip ötekinden çıkardı. Hatırda kalanlar: “…on para aldıklarında, bütün harcalamaları yaptıktan sonra beş para da arttırırlarmış, paralar altınmış, keselerle dağıtılırmış…”
                                         * * *
Gene bayramlara dönelim…
Bayram sabahları ayrı bir heyecan ve sevinçle kalkar, babamla birlikte abdest alır, bayram namazı için yola çıkardık. Çevrede çok câmi vardı ama, biz Silivrikapı’daki İbrahim Paşa Câmii’ne giderdik. Mezarlıklara en yakın câmi oydu. Babam yolda çeşitli dînî menkıbeler anlatır, belli etmeden nasihat geçerdi. Bayram namazı yılda iki defa kılındığından, her ne kadar hocalar tarif ediyorsa da hatâ yapılırdı. Yanımda namaz kılan yaşlı kimseleri şaşırtırcasına hiç hatâ yapmazdım. Adamcağızlar selâm verdikten sonra yan gözle beni süzerlerdi.
Bayram namazını doğru kılma formülünü babam bir tekerlemeyle bana öğretmişti: “İki salla bir bağla, üç salla hadi yallaa!...”
Yaza gelen bayramlarda câmi kalabalık olurdu, namazı avluda kılardık. Herkes birbirini tanıdığından, yer açılır, selâmlaşılır, namazdan sonra da câmi içinde bayramlaşılırdı. Va’z ve hutbelerde hocalar, böyle günlerde dargınların barışması gerektiğini, üç günden fazla küskünlüğün müslümana yasaklanmış bulunduğunu anlatırlardı.
Bu sözler, bilhassa anne tarafımda pek sık görülen dargınlıkların ilâcıydı. Çünkü ya dayımlar, ya teyzem veya anneannem birbirleriyle ikide bir darıldıklarından bayramlar güzel bir barışma vesilesiydi.
Câmi dönüşü önce kabristan ziyareti yapılırdı. Diğer câmiler cemâati ve hanımlar Silivrikapı çıkışındaki boşlukta büyük bir kalabalık oluştururlardı. Burada Kur’ân-ı Kerîm okunur, duâlar edilir, sonra mezarlıklara dağılırdık. Bu âdet her yıl daha kalabalık  şekilde büyüdü, insanlar yollara taştı. Sonra,  bu inanç birlikteliğimiz siyâsi partilerce sömürü malzemesi yapıldı. Birkaç hoparlör takıp hizmet getirdiler diye oy dilenciliğine başladılar.
Semtten ayrıldıktan sonra bayram namazları için yine buralara gelir, çocukluk arkadaşlarımla bayramlaşırdım. Zaman içinde onlar da, önce çocukları sonra torunlarıyla bayram namazına gelmeğe başladılar. Mezarlıkta herkes ölmüşlerinin mezarı başına gider, ölümler tâzeyse gözyaşları sessizce dökülür, Yâsin-i Şerîf okunurken aile efrâdı dinler, ziyaret Fâtihâ’larla biterdi..
Yoksul halkın mezarlıkları da yoksuldu. Bugünkü gibi koca koca pahalı mermer lahitler görülmezdi. Çürümeğe yüztutmuş bir tahta parçası veya dikili bir taş mezarın yerini işaretlerdi. Bizim bütün ecdâdımız aynı yerde gömülüdür. Dedem, babaannem, anneannem ve annemin isimlerini bir bir saydığı ama benim aklımda tutamadıklarım, hepsi oradadırlar.
Câmiden döner dönmez ilk bayramlaşma evde olurdu. Babamın elini öperek açılışı annem yapar,  sonra herkes birbiriyle kucaklaşıp öpüşürdü. Ben kızkardeşlerimden üç-dört yaş büyük olduğumdan, onlara elimi büyük bir zevkle öptürürdüm.
Bu saltanatım, ecel bizleri ayırıncaya kadar sürdü.
                                         * * *

No comments:

Post a Comment