AĞAÇKAKAN


Ağaçkakan bizim arkamızdaki semte verilen isimdi. Bir meydanı bile vardı. Şimdilerde kurumuş durumdaki servi ağacı ve dibindeki çeşmesi bütün semte hizmet verirdi. Semte neden bu ad verilmiş bilemedim ama, bahsettiğim servinin üzerinde birkaç defa ağaçkakan kuşunu gördüm. Bütün semt, suyunu buradan sağlardı. Betondan yapılmış, gaz tenekesi boyundan az büyükçe bir çeşmeydi. Günün her saati ellerinde kova, teneke, testi olan insanlara rastlanırdı. Parmak kalınlığında akan suyu doldururken bekleme esnasında sohbetler yapılırdı. Bu sohbetin bir de adı vardı: “Çeşmebaşı muhabbeti”! Evlere yakın bir çeşme olmadığından, konuşmalar ve gidip gelmeler gece yarılarına kadar sürer, suların kesildiği günlerde ise sabahları bulurdu.
Birgün Arap Mehmet bize uğradığında telâş ve heyecanla anlattıydı:
Dün akşam saat on civarında, çeşme başında bulunanlara ötedeki evlerden birinin arkasından taşlar atılmış. Kimsenin bir yerine gelmemekle birlikte herkes tedirgin olmuş. Taşlar o kadar kocamanmış ki bunları bir insanın atmasına imkân yokmuş. Salvonun devam ettiği yöndeki sokağa birkaç kahraman gitmişler ama kimseye rastlamamışlar. Bunu ancak bir “yatır”ın yapabileceği yönünde karar veren semt halkı arasında çeşitli görüşler öne sürülmüş. Bu civarın eski mezarlıklar olduğu, evliyânın çeşmebaşı muhabbetine sinirlendiği, dolayısiyle bu koca taşları fırlattığına hükmetmişler. Ancak taş atma işi gündüz olmuyor, gece el-ayak çekilince başlıyormuş. Aslında bu olay bir haftadır devam ediyormuş ama, son günlerde taşların cesâmeti büyümüş ve adedinde artış olmuş…
Merak ve heyecanla, durumu görmek üzere dört beş arkadaş birden olay yerine gittik. Ancak, atıldı denilen yerdeki taşlar bahsedilen irilikte değildi. Bizim gibi meraklı bir kalabalık çeşme başında toplanmış, görgü tanıklarının ifadelerini alıyordu:
-Tam şuradan geliyordu. Şu ahşap ev var ya, onun arkasından...
-Hayır yanılıyorsun tam sokağın içinden, iki ev arasından geldiğini gördüm. Taş neredeyse başıma vuracaktı...
Yaşlı bir teyze :
-Bakın ahâli, (iki elini önüne kavuşturarak) tam bu kadar büyüklükteydi. Yanıma düştüğünde bomba gibi patladı. Tuz-buz olup böyle ufaldı. Bu taşı bir insanın kaldırması, hele savurup atması imkânsız. Bu taşları, orada yatan bizim bilmediğimiz bir yatır atıyordur. Hattâ taşları alı geri yollayan birkaç delikanlının başlarına, tekrar geri dönen taşlar düşecekti. Elbette taşlar atılır. Bütün  mahallenin dedikodusu bu çeşme başında yapılıyor...
Çeşmede sıra bekleyen yaşlı bir kadın da konuşmaya karıştı:
-Bırak dedikoduyu hanım, üstüne üstlük semt kızlarımızla delikanlılar burayı aşna-fişna yeri yaptılar. Kimseden çekinmiyorlar ki! Sohbetler, kırıştırmalar burada yapılıyor. Kaç kere rastladım, birbirleriyle mektup alışverişini de burada yapıyorlar.Buna hangi evliyâ tahammül edebilir?..
-Allah bilir, buralar loş olduğundan kıyıda-köşede öpüşüp koklaşıyorlardır. Zaman öyle değişti ki, işte kıyamet alâmeti bunlar. Anneannem ahlâksızlık arttığında gökten taş yağacağını söylerdi. Rahmetli ne kadar haklıymış. Biz fâniler bile olanlara tahammül edemezken onlar ne yapsın?..
-Bu kadar insan, taşın nereden geldiğini araştırıp           bulamadıklarına göre, elbette bu taşların gelmesinin sebeb-i hikmeti vardır. Derin bir hoca bulup bunu  sormak gerek…
-Hocaya sormaya ne gerek var, ben sana anlatıyorum ya...
-Anlatıyorsun da, bence bu devirde evliyâların da bu dedikodu veya kız-erkek ilişkilerine kızdıklarını zannetmiyorum. Çünkü ahlâksızlık, saygısızlık aldı yürüdü. Biz nasıl kafamızı çevirip geçiyorsak, onlar da alışmışlardır. Herkesin sohbetine taş atacaklarını hiç zannetmiyorum…
-Bak bu öyle değil... Birikim neticesidir, şimdi ihtar ediyor, daha sonraları kimbilir neler olacak?.. Onlar sabırlıdır, bekler bekler birden patlarlar...
Konuşmaları dinleyen genç bir kız müdâhale etti:
-Teyze, bu yanardağ mı ki, durup durup indifâ ediyor?..
-İşte sizler böylesiniz. Lâfı başından dinlemez, bana da herkese iftira atıyor dersiniz. Ben senin ninen yaşındayım, konuşma-larına dikkat etsene!..
-Ben iftirâ demedim ki, indifâ dedim, yâni yanardağın patlaması, püskürmesi, etrafa ateş saçması dedim...
-Birazcık birşeyler öğrenip etrafa ahkâm kesiyorsunuz. İftirâ veya indifâ, ne olursa… İnsan biraz inanç sahibi olur. Ne alâkası var evliyâyla yanardağ patlamasının ki hemen itiraz ediyorsun?..
-Sizin sözünüz üzerine söyledim, yâni beklemiş, biriktirmiş dediniz ya, onun için misâl verdim...
-Bak kızım, inanmıyorsan inanma. Ama akşam ben burada olaya şahit oldum. Herkes ayağını denk alsın, yoksa bu fesat, bu ahlâksızlık hepimizin sonu olur. İşte herşey meydanda! Hadi bana izah et bakayım, o koca taşları kim atabilir?.. Bütün mahalle seferber olup araştırdık, hiçbir şey bulamadık. Çünkü o sokakta Emine Hanım’ların evinden başka ev yok. İki oğlu İskender ve Şükrü de işin içinden çıkamadılar…
Konuşmalar böyle uzayıp giderken, hep beraber havanın kararmasını beklemeğe başladık. Bakalım bu akşam ne olacaktı... Vakit geldiğinde mevzilendik, yer yer kümeleştik. Hem kendimizi koruymğa, hem de taşların nerden geldiğini görebileceğimiz siperler bulmağa çalışıyorduk.. İskender de yanımızdaydı ve anlatıyordu:
-Tahmin ediyorum, hattâ emînim ki bu taşlar bizim bahçeden geliyor. Neden emin olduğumu sorarsanız, gündüz vakti işaret koyduğum taşlardan bir kaçını yerlerde gördüm. Bir de rahmetli dedem hep anlatırdı, burada bir evliyâ mezarı varmış. Ama yerini o da bilmiyordu. Zaman zaman bahçedeki kuyudan su çekilir, takunya sesleri gelirmiş. Bir keresinde cesaret edip kuyunun başına kadar gitmiş, yerler sırılsıklam!.. Burada kimsenin yıkanmasına da imkân yok. Bu olaydan sonra geceleri hep mum yakardı. Hattâ hiç unutmuyorum; birgün çok sıkıştım, bahçe duvarının kenarına siyerken, nerden geldi, kim vurdu bilemiyorum, suratımda sanki bir kırbaç patladı, yüzümden sanki alev çıktı!.. Korkudan duvara değil üstüme işedim. İki gün yataktan kalkmamacasına yattım. Neyse dedem okudu da kendime geldim…
Biz dalmış onu dinlerken ilk taş çevreye düştü! Herkes bulunduğu yerden, gelecek taşları bekliyordu. Zaten İskender’in şehâdetiyle olay aydınlığa çıkmış sayılırdı. Evliyâ taş atışına başlamıştı… Şimdi kimse taşların nereden geldiğini korkudan araştırmıyordu. Ama belli ki İskender’lerin bahçesinden geliyordu taşlar. Tek çaresi, dualar okuyup gelen-geçeni ikaz etmekti…
Bu olay on gün kadar devam etti. Çeşmebaşı sanki mâtem yeriydi. Değil dedikodu, herkes çıt çıkarmadan suyunu dolduruyor, el işaretleriyle “dilsizce” konuşulu-yordu. Kız ve erkekler çeşmebaşı muhabbetlerine son verdiler. Ya ettiğimiz dualar, ya da yaşlı teyzelerin danıştığı hocalardan birinin okuması, taş atma işini sona erdirdi...
Aradan altı ay kadar geçti. Olay unutulmağa yüz tutmuştu. İskender ve Şükrü yaşca bizden büyüktüler. Onların bir içki masasında anlattıklarını öğrenince meselenin sırrı çözüldü. Meğer oturdukları ev amca ve halasıyla hisseliymiş, Adapazarı’nda oturan akrabaları kendi hisselerini satılığa çıkartıp oradaki bir şahsa yeri bile göstermeden borçlarına mukabil satmışlar. Alacağını başka şekilde tahsil edemeyeceğini anlayan tüccar da evin bir kısım hissesini almış. Buraları görmeğe gelen yeni hissedar cüz'i bir para ödeyerek bunları oradan çıkartmak istiyormuş. Ancak bunlar da adamın akrabalarına ödediği parayı verip evin tamamına sahip olmak istiyorlarmış. Râzı olmadığını görünce, evin perili, cinli, evliyâlı bir yer olduğunu, alan kimseye hayretmeyeceğini göstermek için böyle bir oyuna başvurmuşlar. Bir arkadaşları evin bahçesinden taşları fırlatırken onlar da mahallelinin arasına girip evliyâ masalını yaymışlar. Plan tutmuş. Adamcağız semt halkının korkudan titrediklerini görüp, olanları dinleyince, hissesini aldığı fiyattan da aşağı satarak kaçmış!..

No comments:

Post a Comment