canım babama...


Babamın henüz sağlığı elverirken yazdığı, çocukluk anılarını, doğduğu büyüdüğü semti ve kendi Istanbul'unu çok keyifli bir dil ile anlattığı kitabına bakıyorsunuz.

Rahmetli hayattayken kitap haline getirip de bunu bir türlü bastıramadı. Onun vefatından sonra da bizler günlük hayatın telaşına kapılıp da, bu emeği bir türlü basılı kitap haline getiremedik. Artık günümüzde her şey internet üzerinden paylaşıldığı ve elektronik hale geldiği için, kitabı bu site vasıtasıyla başka insanlar ile buluşturmak istedim.

En azından bu şekilde babamın yazdıkları okuyucu bulur ümidiyle...

Istanbul, 16 Şubat 2012
Server Somunkıran

YARARLANILAN KAYNAKLAR

  AKSEL, Mâlik, Sanat ve Folklor
  ARKAN, Özdemir (Kaptan), Beyoğlu, Kısa Geçmişi
  AYVERDİ, Ekrem Hakkı, İstanbul Mahalleleri
  BANOĞLU, Niyazi Ahmet, Tarih ve Efsaneleriyle İstanbul
  BAYRI, Mehmet Halit,Halk Âdetleri ve İnanmaları
      --, İstanbul Folkloru 
  BEYATLI, Yahyâ Kemâl, Kendi Gök Kubbemiz
  ÇALIKOĞLU, M. Asım, Sümbülefendi – Merkezefendi Hayatı, Hüviyeti
  Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi
  ELGÖTZ, Herman, İstanbul Şehri’nin Umûmi Plânı
  ERGEN, Dr. Arif, İstanbul Şehri’nin Kuruluşu
  EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatnâmesi
  Fâtih Câmileri ve Diğer Târihî Eserler, TDV  Fâtih Şûbesi, 1991
  GÖLPINARLI, Abdülbâki, Melâmilik ve Melâmiler
  JOSEPHUS, Grelot, İstanbul Seyahatnâmesi
  HOCAOĞLU, Mehmet, İstanbul’un Sahâbe Kabirleri, Kuşatmaları, Ziyaret Yerleri
  İslâm Ansiklopedisi
  İstanbul Ansiklopedisi
  KALAYCIOĞLU, R. Türk Mûsıkîsi Bestekârlar Külliyatı
  KEBECİOĞLU, Nurettin Vasfi, Tarihte İstanbul Şehri
  KÖMÜRCİYAN, Eremya Çelebi, XVII. Asırda İstanbul
  Meydan Larousse, Büyük Lûgat ve Ansiklopedi
  ÖZIŞIK, Edip, Mûsıkî San’atı
  ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Türk Mûsıkîsi Ansiklopedisi
  PARDOE, Miss. Julia, 18. Yüzyılda İstanbul
  SEVENGİL, Refik Halit, İstanbul Nasıl Eğleniyordu?
  Süleyman Faik Efendi Mecmuası
  TANIŞIK, İ. Hakkı, İstanbul Çeşmeleri, 1.Cilt İst. Ciheti
  TARCAN, Halûk, Ön-Türk Tarihi
  Tıflî, Hançerli Hanım Hikâyesi
  Tercüman Gazetesi, Evliyalar Ansiklopedisi
  T. Turing ve Otomobil Kurumu, Belleten 953, Sayı. 135
  ÜNVER, A. Süheyl, İstanbul’da Sahabe Kabirleri
  --, İstanbul’un Mutlu Askerleri ve Şehit Olanlar
  YÜKSEL, İ. Aydın, Osmanlı Mimarisi

1990

1990

İçindeyiz doksanın
Farkındayız noksanın
Bu vahşet ikliminde
Yeri yoktur insanın.
Yaşım erdi kemâle
Gönül düştü melâle
Çözülmedi sorunlar
Çare yoktur bu hâle.
Otuzlu-kırklı yıllar
Bizim için ilkbahar
Elliler-altmışlarsa
Sıcak birer yaz’dılar.
Yetmiş-seksen çağları
Gösterir sonbaharı.
Doksanlar çıkagelip
Rüzgâr daha sert esip
Bastırdı ki karakış
Ümit ikibinlerde…
Dilerim ki kopmasın
O beklenen kıyamet
Tanrım bize imdad et
Gösterebilip dünü
Geçmişteki bir günü
Yaşatabilsek eğer
Genç kuşak görebilse
Yaşlılar yapabilse…
Tüm yüzlerin güldüğü
Malsız-mülksüz, parasız
Şükür, huzur, bereket…
Tanrım onları bize
N’olur tekrar nasip et!..

1980

1980
Ve seksenli yoldayız
Bir sağda bir soldayız
Bütün vatan  kaynıyor
Yine İstanbul’dayız
Gençler bir bir ölüyor
Fidanlar sökülüyor
Sağcı-solcu hepsi bir
Toprağa gömülüyor
İnsanlar birbirine
Kuşkuyla bakıyorlar
Zarar görürüm diye
Selâmsız kaçıyorlar
Şimdi hep hayâl oldu
Güzelim günlerimiz
Kayboldu cânım yıllar
Boş kaldı ellerimiz
Şimdi para-pul iman
Köşe dönmek gayedir
Erdemi tanımayan
Arsızlık sermayedir.
İstanbul’un nüfusu
On milyonu aşmıştır
Şehir çoktan dolarak
Bardağından taşmıştır
Denizi deniz değil
Sokağı temiz değil
Bu garip şehir artık
Bizim sitemiz değil.
Sebep olanlar ancak
       Lânetle anılacak…

1970

1970
Eskiyi gördükçe hor
Gelen yıllar daha zor
Yara hâlâ kanıyor
Sorunlar tırmanıyor
Çoktandır arıyorum
Kırkları-ellileri
Küçük dünyamızdaki
Mutlu güzel günleri
Fiyatlar her Allah’ın
Günü mutlak artmakta
Ve her gelen gideni
Mumlarla aratmakta
Neden yüzler somurtuk
Gülmeyi mi unuttuk
Kişisel çıkarları
Niçin en önde tuttuk
Bu yol yabancı bana
Öz yolumu gözledim
Komşum için yanmayı
Yüreğimden özledim
İnsanlar birbirini
Arkasından vuruyor
Herkesin eli şimdi
Başka cepte duruyor
Hitap şekli değişti
Gitti bey’ler, hanım’lar
Yeni kuşak insanı
Başka türlü tanımlar.
Gönlim hayli kederde
Şifa yok mu bu derde?..

1940

1940
Dokuzyüzkırklı yıllar
Başlangıcı kapkara
İlk yarıda savaş var
Trakya’da Almanlar
Başta İsmet İnönü
Çözecekti düğümü
Sıkıntılı günlerdi
Ekmeğimiz karneli
Kırkbeş’te savaş bitti
Kara bulutlar gitti
Değişmedi insanlar
Yokluğa rağmen aynı
Güleryüz yaşıyordu
Çünkü toplum Türklüğün
Kanını taşıyordu
İşte o terbiyeyle
İstanbul efendiydi
Radyo yeni kurulmuş
Yeni sesler duyulmuş
Bahçelerde bolluk var
Sebzeler ve meyvalar
Dallar yerlere kadar
Çoluk-çocuk toplardık…
Yoğunlaştı siyaset
İftirâ ve şikâyet
Alkışlara karıştı
Bu güzel halk sonunda
Çirkinlikle barıştı?
Dua ettik, sonumuz
Olmasın bundan beter…

1930

1930
Dokuzyüzotuzüçün
Yirmidört Haziranı
Herkes için değilse
Anama zor olmuştur
O gün Semih doğmuştur.
Türkiye on yaşında
Pek çok şeyden mahrûmduk
Ama dünyamız pembe
Batmamışız tepeden
Tırnağa kadar derde
İstanbul pırıl pırıl
Boğaz tepeleri boş
Denizler balık dolu
İnsanlarımız soylu
Herkeste sevgi, saygı
Yok gelecekten kaygı
Fakirimiz edepli
Zenginler sahâvetli
Yalan-dolan bilinmez
Eşkıyâ şehre inmez
Hırsız, kaatil, sahtekâr
Tanınmaz, kimdi bunlar
Paramız para eder
İnsanlık ondan evvel
Otuzlar bitiyorken
Öksüz kaldık çok erken
Atatürk yoktu artık!..
Beş yaşımdaydım öldü
Ve acısı milletin
Yüreğine gömüldü...

NÂNECİ RIFAT ÂBİ

Nâneciler ve destancılar, sıcaklar hafifleyince sokaklardan daha çok akşam üzeri geçerler, mahalle neş’elenir, pencereler ve kapı önleri hareketlenirdi. Rengârenk külâhlara sarılmış nâne şekeri satarlarken İstanbul ağzıyla ve kelimeleri tane tane söyleyerek mâniler okurlardı. Bugünkü hoparlörlü satıcılar gibi mekanik ve yüksek volümle değil, insânî ses tonu, belirli melodi ve âhenkle duyururlardı kendilerini. Ağızlarından çıkacak mâniyi ezberleyip başkalarına satmak için pür-dikkat kulaklarımızı açar dinlerdik. Hani “sütte leke var onda yok” derler ya, nânecinin elbisesi, şapkası, hattâ ayakkabıları bile bembeyazdı. Sokağa giripte pencerelerde onu dinleyen hanımları farketti mi, mâniler peşpeşe gelmeğe başlar, tâ ki yaşlı bir kadının camdan müdâhalesine veya aynı sokakta oturan bir erkeğin köşeden gözükmesine kadar sürerdi. İtibar görmediği, güzel kızların olmadığı sokaklarda mâniler sadece şekerleri methetmekle kalır, öbür sokaklarda sözler daha âşıkâne olurdu:
Şekere esans kattım
Dün gece çok geç yattım
Aşkımı, acılarımı
Bu külâhlara sardım…
Sokakta onu dinlemekte olan bir genç kızın varlığını farkettiyse:
Tâzedir nânelerim
Tertemizdir giydiğim
O güzelin sokağında
Hem satar, hem söylerim
gibi sözler ederdi. O sırada çevresini çocuklar almış, ellerindeki paraları uzatmaktadırlar. Çocukların bu aşırı düşkünlüğü, şekeri sevdikleri kadar, ablaların, annelerin mâni dinlemek için yaptıkları cömertlikten de kaynaklanırdı. Etraf kalabalıklaşıyor ve talep çoksa o gün sokakta konser verilecek demekti. Alışveriş etmek için mâninin bitmesini elinde para beklemek gerekir,  o esnada satış yapılmaz. Birinci çocuğun şekerini verip hemen arkasından :
Nâne satıyorum nâne
Herkes alsın bir tâne
Hayâli gözden gitmez
Sevdiceğim bir tâne...
Mâniler yavaş yavaş, tâne tâne okunur. Âdeta herkese ezberletir gibi... Bizler çoğunu bilir, beraberce koro hâlinde okumağa başlardık. Eğer ilk defa okunan bir mâniyse herkes bir parçasını akılda tutmağa çalışır, sonradan parçaları ekleyip mâniyi tamamlardık.
Bu nânecilerin içinde en iyi tanıdığımız ve sevdiğimiz, Rıfat Âbi’ydi. Şöhreti, sattığı şekerlerden değil, bütün sokağı ilgilendiren büyük aşkı sebebiyle idi. O, bizim arka sokakta oturan Birsen Abla’ya âşıktı. Başlangıçta kimse farkına varmamıştı bu platonik aşkın. Birsen Abla’nın bile haberi yoktu. Durumu önce komşular farkedip beraberce izlemişler, sokağın bütün hafiyeleri karar verip diğer sokaktaki komşulara durumu haber vermişler. O kadar ki, biz çocuklar bile öğrendik. Rıfat Âbi’nin bizim sokakta işi bitip arkaya döndüğünde hepimiz peşinden gider, Birsen Abla’nın evine yakın bir yerde mevzilenirdik.
Durumu ortaya çıkaran Müzeyyen Teyze idi. Hergün sokağa dikilip onbeş-yirmi aşk mânisi okuyan nânecinin, bir gün pencereleri kontrol edip Birsen Abla’nın evde olmadığını farkettiğinde konseri üç mâniyle geçiştirme sebebini düşünüp yakıştırmış Müzeyyen Teyze. O zamanlar televizyon yok ki kadıncağızlar Brezilya’nın bitmek bilmeyen dizilerini seyretsinler… Camlarda-kapılarda bekleyip kendileri senaryo yazıyorlar! Ertesi günü Rıfat Âbi’nin mânileri sitem dolu sözlerden oluşunca, şüphe biraz daha artmış. Bir-iki komşuya anlatılmış ve hâdisenin ortaya çıkarılmasına karar verilmiş. Birsen Abla’yı da uyarmışlar. Bâzı günler onu saklayıp daha sonraki günler pencereye çıkartıp adamcağızı incelemeye almışlar.
Aşkını göremediği günün ertesinde Rıfat Âbi, ablamızı görünce başlardı döktürmeğe:
Yiyenler mutlu olsun
Gönlü umutla dolsun
Birsen bir o, demeden
Ömür nihayet bulsun…
Artık tereddüt yoktu. Şiirin içine sıkıştırılmış isimle yakayı ele veriyordu Rıfat Âbi. Kadınlar olayı aydınlatmışlardı ama, semtte de böyle gizli aşklar yaşatılmazdı. Anne-kız bir göz odalı bir yerde oturuyorlar, babasından kalan emekli maaşıyla kıt-kanaat geçinmeğe çalışıyorlardı. Birsen Abla kendini annesine adamış, otuzuna yakın, balık etinde, kumral, gösterişli bir kızcağızdı. Zamanında çok isteyeni olmuş, ama o karar verememişti. Şimdilerdeyse tren kaçmak üzereydi. Gülüşünü çok severdim Birsen Abla’nın. Hani “gülünce yüzünde güller açıyor” derler ya, işte öyle gülerdi. Güzel gün görmemiş, ama neş’esinden de kaybetmemişti. Onca meşakkate rağmen “gülebilen” bir insandı. Bu kadar methettim ama, onun küçük bir ârızası vardı. Bir ayağı diğerinden kısa olduğundan, yürürken belli-belirsiz aksardı.
Rıfat Âbi’ye gelince; tahminen otuzaltı-otuz yedi yaşlarında, karayağız, kıvırcık saçlı, uzun boylu, ağzı güzel lâf yapan ve tertemiz giyinen bir adamdı. Bekâr bir erkeğin bu kadar temiz giyinmesi mahalle hâtunlarının dikkatini çekerdi. O zamanlar şimdiki beş yıldızlı, lekeyi anında yok eden deterjanlar yoktu. Bu temizlik ancak “Öküzbaş Çivit”le elde edilebilirdi. Birgün sormuşlar; bütün temizliğini kendi yaparmış. Yıkar, kolalar, ütüler, giyermiş elbiselerini. İşi müsait olduğundan, eve gider gitmez iş elbiselerini askıya asarmış. Yemeğini kendi yapar, şeker külâhlarını hazırlayıp doldururmuş. “Benim yaptığım dolmayı, tatlıyı her kadın yapamaz..” diye övünürdü. Bâzan kadınlar Rıfat Âbi’den yemek târifi bile alırlardı. Hiç evlenmemiş. Çeşitli işlere girip-çıkmış. Kendi deyimiyle, pek sebatkâr değilmiş, arayış içindeymiş bu şekercilik işine girene kadar. Ama artık işini bulmuş. Şâir rûhu zaten başka iş yapmasına engelmiş. Şimdi iki düşüncesi varmış: Bir dükkân açıp seyyarlıktan sâbitliğe geçmek ve evlenmek!..
Bu kadar bilgiden sonra iş çöpçatanlara kalmıştı. İşe Birsen Abla’dan başladılar. Hafif yoklamalarla niyetini öğrenmeğe çalıştılar. Böyle bir konuyu düşünmediğini öğrenince de baskıya başladılar.
-Yakışıklı adam...
-Ekmeğini taştan çıkarır...
-Yaşı da sana pek münasip...
-Çöpsüz üzüm!..
-Bak, bu trenin son vagonu! Yetişemedin mi, annene bir hâl olduğunda tekbaşına kalırsın…
-Erkeksiz ev olur mu?..
-Bak seni de seviyor… Kızım, seni sevenle evlen, sevdiğinle değil...
Ağzından girip burnundan çıkarak Birsen Abla’yı râzı ettiler. Sıra Rıfat Âbi’ye gelmişti ve görev sokağın erkeklerine düşüyordu. Rıfat Âbi’yle görüşmeler çok olumlu çıkıp erkeklerden de onay alındı. Sanki sokakta referandum yapılıp bu iki insanın evliliğine karar verilmiş, işin resmîleştirilmesi kalmıştı.
Kızın annesine, bizimkilerin de içinde bulunduğu “kız isteme hey’eti” gitti. Rıfat Âbi kız tarafına bir kutu şeker gönderirken bizleri de ihmâl etmemiş, onu temsil eden ailelerin çocuklarına gönderdiği birer kutu şekerle bizleri kazanmıştı.
Her iki taraf da haberli olduğundan isteme işi gerçekleşip mutlu sona gelindi. Birsen Abla’nın çeyizi vardı. Biraz da konu-komşu yardım edince bir bahçe düğünüyle muratlarına erdiler. Sokağın nâmusu da kurtulmuş, bu olay herkese ders olmuştu. Erkekler artık sokağa giren nânecilere kuşkuyla bakıyorlar, hanımlarına-kızlarına, pencereye çıkmamaları için tenbihte bulunuyorlardı.
Rıfat Ağabey’i kaybetmiştik ama, hepimizin sevgilisi Birsen Abla’nın saadeti için buna râzıydık. Sonraları, gene bizim semtte açtığı şekerci dükkânına uğrar, alışveriş eder, ablamıza ve yavrularına selâm yollardık...
                                         * * *


ANAHİT - ERSEN

Kocamustafapaşa halk otobüslerinden birinin sahibiydi Ersen’in babası. İstanbul’da araçların en kıt bulunduğu zamanda en geçerli bir meslekti bu. Hele bizim semtte ulaşım için başka vasıta olmadığından, Eminönü ile semt arasında durmadan vızır vızır işliyor iyi para kazanıyordu. Ersen, istikbâli nasıl olsa hazırlanmış, işi hazır diye (okumayı da pek sevmediği için) okulu bırakıp çalışmağa yöneldi. Biletçiye yardımcılıkla işe başlayıp, sonra biletçiliğe, daha sonra da şoförlüğe yükseldi. Gün gelip otobüs artık dökülmeğe, hergün masraf çıkarmağa başladığında onu sattı. Başka mesleği olmadığından, bir taksi alarak hayatını devam ettirdi. Yakın zamana kadar Mısır Çarşısı’nın Büyük Postane kapısı önünde karşılaşır, eski günleri yâd ederdik. En çok sözünü ettiğimiz de, tek aşkı Anahit’le ilgili konulardı.
Anahit, onbeş-onaltı yaşlarında, kahverengi gözlü güzel giyinen çıtı-pıtı, alımlı bir Ermeni kızıydı. Gözlerinin rengini bu kadar rahat hatırlayışım, onun göz süzüşünden hepimizin nasibi  olmasındandır... Öyle bir bakış fırlatırdı ki, büyülenmiş gibi onu takip ederdik. Pek güzel değildi ama, hani “Bir bakış baktı, kalbimi yaktı” diye bir şarkı vardır, Anahit’in bakışları da öyleydi ve biz emsâl gençler arasında konuşulan en önemli konuydu. Onun o bakışlarından kurtulabilen yoktu. Bacakları, gözleri, göğüsleri değil, illâ gözleri çok şey anlatılırdı. Aramızda güzelin tarifi yapılırken, hayranlığımızı, “şunun şurası, bunun burası, ama bir kızda muhakkak Anahit’in gözleri olmalı” diye dile getirirdik.
Samatya tren istasyonu yanındaki çıkmaz sokak üzerinde bir evde annesi ve ağabeyi ile otururlardı. Bakışları dâvetkârdı ama, peşinden gidip arkadaşlık etmek hiçbirimizin aklına gelmiyordu. Biz bunu olağan karşılıyorduk. Yalnız, Ersen çok ciddîye alıyordu. Samatya’dan trene veya tramvaya binmek varken Anahit epeyce yürür, Kocamustafapaşa halk otobüslerine gelirdi. Ersen için, beğenildiğini gösterir bir haklı sebepti bu… Demek ki Ersen’in aşkına geliyordu. Üstelik, sırada Ersen’lerin otobüsü yoksa bekler, özellikle ona binerdi.
Çocuk haklıydı. Anahit her türlü yakınlaşmayı gösteriyordu. Kız otobüse bindiği zaman Ersen’in  tavırları değişir, ağzı kulaklarında herkesle şakalaşır, “ne çok tanıdığı var” havası için herkesle selâmlaşıp sohbet eder, kızlar tarafından “ne çok parası var” denilsin diye göstere göstere bilet paralarını sayardı. Otobüs hareket edince açık kapıya sırtını verir, kızın gözleri gözlerinde Eminönü’ne kadar gelinir, herkes iner, Anahit de Sultanhamam’daki terzilik işine giderdi. Akşam dönüş zamanını denk getiremiyordu ama, onun kıza olan ilgisini bilen diğer muavinler sabah saatlerinde sırasını ona devrederlerdi. Elbette Ersen âşıktı ve hepimiz ona yardımcı olacaktık…
Onu uyarmak için birkaç kere, “onun bu bakışı herkese eşit dağıttığını” söyledik. Ama o, “bana bakışı başka, hem gelip benim arabama biniyor, yol boyunca gözünü ayırmıyor. Son zamanlarda tebessüm etmeğe de başladı..” diye, görmek istediklerini sıralıyordu. Tek çare artık onları tanıştırıp konuşturmaktı. Fakat kızı yeterince tanımıyorduk. Ersen’i, “hadi artık yolda çevir, açıl, bu işi bitir..” diye yüreklendirmeğe başladık. Bu iteleme neticesini gösterdi. Anahit bir akşam iş dönüşü her zamanki gibi Çınar Karakolu durağında inince, Ersen de görevini devredip kızın peşine düşmüş. Bir süre kız önde o arkada yürümüşler. Ersen, günlerce ezberlediği sözleri imtihana giren talebe gibi tekrar ederek, “şunu sorarsa bu cevabı vereceğim” diye, aradaki mesafeyi muhafaza edip kızı takip etmiş.
Bir süre böyle gidildikten sonra kız herhâlde durumdan sıkılmış, oğlana cesaret verip yanına gelmesini temin için bir köşede durmuş, yanına gelmesini beklemiş. Bu âni karşılaşmaya hazır olmayan Ersen telâşlanmış, gene birşey söylemeden  kızın önünden geçmiş. Bu sefer Ersen önde kız arkada yürümeğe başlamışlar. Böylece, köşe kapmaca oynar gibi sokaklar arasında kâh kız önde Ersen arkada, kâh Ersen önde kız arkada yürümüşler. Kızın evine yaklaşıyorlarmış. Semtte herkes birbirini tanıyor, her an biri görebilir... Oğlandan bir hareket gelmeyeceğini anlayıp sabrı taşan kızcağız, son dönemeçte Ersen’i durdurmuş:
-Zo, hep peşimden geloorsun, ama hiç kelam etmoorsun.. Kuzum, ne istoorsun?..
-Şey, ben… Elbet bir diyeceğim var ama...
-Sen deeceğini değene kadar benim ahbariğim yahut mayriğim görecek. Söyleyeceğini söyle de, peşimden gelme artık...
-Diyeceğim de,  sen bana bakınca diyemiyorum…
-Gözlerim seni rahatsız edoor? Anloorum. arkadaşlık etmek istoorsun  ama kelam edemoorsun…
-Doğru, nasıl söyleyeceğimi bilemedim.
-İsmini biloorum. Belki sen bilmoorsundur diye söyloorum, benimki Anahit… Teşerrüf ettik, ama artık peşimden gelmeyesin. Benimle arkadaşlık etmek mi istoorsun, yoksam evlenmek mi istoorsun?...
Ersen’den ses çıkmayınca, kız:
-Madem ki konuşmoorsun, diyeceğini bir kâğıda yaz da öyle ver!..
diye noktayı koyar, Ersen’i köşede bırakıp gider.
Ersen günlerce fikir sordu, mektubuna başlık aradı. Karaladığı birkaç mektubu yakaladığı her arkadaşına okudu. Otobüsteki işine devam ediyordu ama, Anahit’e ulaştıracağı mektup tamamlanmıyordu. Ne istediğine karar verememişti. Kızla karşılaşmamağa çalışıyor, onun bineceği saatler arabada olmuyordu. O büyük aşkın sahibi Ersen’de bu değişiklik niçin oldu bilir misiniz?.. O güne kadar sadece bilet verip para almış, kızla aralarında hiç konuşma geçmemişti. Anahit’in Türkçesini duyduğu anda bütün hayâlleri yıkıldı.
“Dil mi güzel, dilber mi?..” diye bir fıkra vardır: Her milletten en güzel kızları çağırmışlar. Jüri, İngiliz dilberine, kendi dilinde “gül” demesini söylemişler. Kız, “rose” demiş. Rum dilberi gelmiş, “triyandafili” demiş. Türk dilberi “gül” demiş. Sonunda Ermeni güzeli gelip “vard” deyince, dilin de dilber kadar önemli olduğuna karar vermişler.
Ersen’in aklında kızın gözleri, bakışı, güzelliği değil, sadece konuşması kalmış ve hayâlleri yıkılmıştı. Ersen, “..ben onu kimseyle tanıştıramam, ağzını açarsa benimle alay ederler” diyordu. Bizlere malzeme çıkmış, Ersen’e takılmak için fırsat bulmuştuk. Ona otobüste, yolda, nerede rastlasak, güyâ aramızda, ama Ersen’e duyurarak konuşmağa başlıyorduk:
-Ahbariğim geloor!..
-Zo peşimden neden geloorsun?..
-Beni sevoorsun?.. Yoksam dalga geçoorsun?..
-Beni istemeğe gelmoorsun…

ŞÜKÛFE TEYZE

Bir ara ud dersleri almağa başlamıştım. Önce kardeşim Sevil, annemin teşviki üzerine yirmibeş liraya elden düşme aldığımız ve sonra hırsızın çaldığı sedef kakmalı udla derslere başladı. En küçüğümüz Suna’nın da sesi güzeldi ama, içimizde en güzel ses Sevil’indi. İşlenseydi ünlü bir san’atkâr olabilirdi. Ama, ailenin teşviki yanında kendisinin de bu işe gönül vermesi gerekiyordu oysa ud derslerini üç ay sonra bıraktı. Ben sürdürmeğe kararlıydım ve Sevil’in dersleri niçin bıraktığını önceleri anlayamamıştım. Skalalardan sonra Tatyos Efendi’nin rast peşrevine gelince ben de caydım. 
Hoca üç beş kere gösterdikten sonra istediğimizi çalabileceğimizi sanmıştık. Evde çalışırken sokaktan gelen çocuk sesleri yüzünden notalara kendimizi veremiyorduk. Bir de udun eskiyen mandalları sebebiyle, sazı duvara astıktan bir müddet sonra akort atıyor, biz de akordu düzeltemediğimizden, hocanın gelişine kadar bekliyorduk.
Şükûfe Teyze zencî, ufak-tefek elli yaşı biraz geçkin bir kadıncağızdı. Annemleri Trablusgarp’ta bulundukları sırada tanımış, İstanbul’da da karşılaşmışlardı. Evlenmiş ama eşi vefat etmiş olan Şükûfe Teyze’nin bir de kız kardeşi vardı. İki kardeş hiç geçinemezlerdi. Aynı evde oturup ayrı yemek pişirirler, ayrı yerler ve birbirlerine ikram etmezlerdi. Şükûfe Teyze (belki de biraz müsrif olduğundan) sıkıntı içindeydi. Tanıdıkları arasındaki heveslilere boğaz tokluğuna ud dersleri verir, bize de akşam üzerleri gelip dersten sonra yemeğini yer giderdi. Para filan vermiyorduk. Güzel ud çalmasına karşılık hiç sohbeti yoktu. Yemekten sonra biraz gecikirse, oturduğu divanda şekerlemeye başlardı.
Şükûfe Teyze kardeşiyle didişmekten bunalmış olmalı ki, birgün bizimkilere, “münasip birini bulursa evleneceğini” söyleyip, “Gönül Postası”na evlenme ilânı vermek üzere kızkardeşime mektup yazdırmış. Mektubu postalama görevi de bana verildi. Ümit fakirin ekmeğidir derler, o da hayatını bu yolla değiştirmeyi ummuştu. Şükûfe Teyze’nin mektuba neler yazdığını sorunca, kızkardeşim ezbere okumağa başladı:
Kızkardeşimle müştereken oturmakta olduğum bir eve mâlikim. Daha önce bir evlilik yaptım. Vefat eden eşimden çocuğum olmadı. Esmer tenli, ufak-tefek, elli yaşındayım. Yalnızlıktan bunaldığımdan, ben emsâl veya biraz büyük, tercihan memur emeklisi, mazbut, içki içmeyen bir beyle evlenmek istiyorum. Benim gibi yalnız olanlar tercihimdir. Durumu uyan ciddî adayların YALNIZ ESMER rümûzuna yazmalarını rica ederim.”
Mektubun atılışından on gün sonra cevaplar gelmeğe başladı. Hem akıl danışmak, hem de “bakın nasıl çok cevap alıyorum” demek için, aldığı mektupları evimize getirir, bizimkilerle birlikte değerlendirmeğe tâbi tutarlardı. Babam, bütün mektupların geldikten sonra aralarından seçtiklerine cevap yazmasını önerdiyse de, Şükûfe Teyze’nin o kadar beklemeğe tahammülü yoktu. Herhâlde, fırsat kaçabilir diye düşünüyordu. Jüri başkanı kendisiydi, kararı o verecekti. Hiç beğenmediği mektupları bile dört-beş kez okuyup çocukluları ve yaşı tutmayanları ayıkladıktan sonra, kalanlardan mâlî durumu iyi görünenleri incelemeğe başladı. Her türlü şartı uyan ama mektubunda onun istediği netlikte cevap vermeyenlerle sınıfı geçenler arasında bir tercih yapabilmek üzere, “sizinle yüzyüze görüşüp konuşmak ve tanışmak istiyorum” şeklinde cevâbî yazılar yazdık.
Bütün mektuplar rümûzla oluyor, isim verilmiyordu. Bu yüzden de, buluşulacak yer tâyin ediliyor, geleceklere ayrı günlerde randevu veriliyor, kendilerini tanıtmak için ya çiçek takmaları, yahut da ellerinde bir gazete bulundurmaları öneriliyordu. Aklının en çok yattığı tâliple açılışı yaptı. Kadıncağız yalnız olduğundan ve şimdiye kadar böyle bir buluşma yaşamayıp çekindiğinden, ısrarla beni yanına almak istedi. Hocamı kıramayıp “olur “dedim.
Aksaray’da, şimdi karakolun bulunduğu sırada Bulvar Sineması’nın üstündeki pastanede bir cuma öğleden sonra ilk tâlibi kabûl ettik. Elli yaşlarında, uzun boylu, esmer, o zamanın modası lâcivert takım elbiseli bir beydi:
-Merhaba, Şükûfe Hanım’la mı müşerref oluyorum?..
-Evet efendim. Bendenizim. Rahmi Bey’le mi görüşüyorum?..
-İsâbet buyurdunuz efendim. Bey oğlumuz torun mu?
-Benim çocuğum olmadı efendim. Ama olsaydı bana bu kadar bağlı olur muydu bilemiyorum. Efendim bendeniz biraz ud çalarım, hem ahbap çocuğu, hem de talebemdir.
-Aman efendim, ne kadar memnun oldum. Benim için de sesi çok güzel derler.
-Aman ne iyi.. Herhangi bir âlet çalar mısınız?..
-O yönde bir kabiliyetim yok ama, iyi dinleyiciyimdir..
Heyecanlarını atsınlar diye bir müddet benimle ilgili konuşmalar yapıldıktan sonra esas konuya geçildi. Rahmi Bey, teyzemi beğendiğini, yalnız olduğunu, önceki eşinden ayrılış sebeblerini, kendini haklı çıkaracak şekilde anlattıktan sonra; “karı-kocanın yaşlılıkta birbirine daha lâzım olduğunu, kira aldığı bir evi ve memur emeklisi olduğunu” söyleyip, tercih edilirse memnun olacağını sözlerine ekledi ve ayrıldı. Bizim eve döndük. Benim görüşlerimin de içinde bulunduğu raporu ev halkına sunduk. Bu şekilde dört veya beş tâliple görüştük. İçlerinden bâzıları Şükûfe Teyze’yi beğenmedi, çok konuşmadan kaçtı. Bâzılarını da Şükûfe Teyze  beğenmedi.
Ben başlangıçta bu işten memnundum. Pasta yiyor, gazoz içiyor, bol bol da iltifat alıyordum. Ama bu seçim işi uzayıp bizimkiler gırgıra başlayınca keyfim kaçtı. “Hadi gene işin iş, bu çarşamba pasta günün.. Oğlum, içinde pasta ağacı çıkacak!..” sözlerden sonra “gitmem” demeğe başladım. “Artık son tâlip kaldı, bir daha olursa kız kardeşini göndeririz..” diyerek beni iknâ ettiler.
Hep aynı pastaneye gidiyor, aynı masaya oturuyor, aynı garsona sipariş veriyorduk. Kimbilir herkes neler düşünmüş-lerdir? “Bu kadın kim?..  Çeşitli adamlarla görüşüyor... Yanındaki çocuk da  işin tezgâhı herhâlde…” . Her seferinde içimden, inşallah bu son olur diyordum. Pastanede zaman zaman âşinâ yüzlere rastlıyordum. Bizim mahalleden, okul hocalarından. Son gidişimizde masalarda yedi- sekiz müşteri vardı. Bizim masamız, “gizli işler” konuşulduğu için biraz kuytudaydı.
Oturduk, siparişlerimizi verdik. Çok gelen giden vardı ve hepsi genç delikanlılar, genç kızlardı. Sağa- sola bakarken, bir masada tanıdık bir yüz gördüm. Babamın daire arkadaşı Murat Bey bana tebessüm ediyordu. Ailece tanışırdık, bize gelip-giderdi beni de çok severdi. Yerinden kalkıp yanıma geldi, hatırımı sordu. Ben de Şükûfe Teyze’yle tanıştırdım. Bir arkadaşını beklediğini, ancak beklediği kişi gelmediği için gideceğini söyleyip ayrıldı. Masada unuttuğu gazeteyi garson peşinden koşturunca, ben olayı çözüverdim. Adı “zampara”ya çıkmış olan Murat Âbi evli ve üç çocuk babasıydı. Ama onun için, “gözü hâlâ dışarıda” derlerdi.
Eve gelince bugünkü tâlibin gelmediğini, orada Murat Bey Âbi’yi gördüğümü söyledim. Bizimkiler, kadıncağıza belli etmeden göz göze bakıştılar. Durum anlaşılmıştı.
Şükûfe Teyze, işi mutlu sona ulaştıramadı. Bu yaştakilere evlilik mâcera gibi geliyor, zor beğenir oluyorlardı. Aradan bir süre geçti. Murat Âbi bize çoluk-çocuk oturmağa geldiklerinde annem kulağına eğilip ona birşeyler söyledi. Zavallı kıpkırmızı olmuştu. Arkadan gelen kahkahalar arasına sıkışmış “tâlip, gazete, Şükûfe, evlilik” kelimelerini duyunca, konuyu anladım. Murat Âbi bana bakarak gülüyor, “sen de az Cingöz Recâi değilsin hani..” diye takılıyordu.

REMZİYE TEYZE


Annemler altı kardeşti. Üçü erkek üçü kız… Ama “Diktaş” soyadı yürümedi “sözüm, illâ soyadım yürüsün” diye erkek çocuğu isteyenlere). Fethi Dayım hiç evlenmedi. Birkaç kez teşebbüs etti; hiç unutmam bir keresinde ben de onu temsilen görücülüğe gittim. Güyâ ben beğenirsem bu iş olacaktı. Oysa, ben beğendiğim hâlde çeşitli bahânelerle gene evlilikten sıyırdı. O zamanlar çok bilinen halkevlerinde tiyatro yapar, çok da tutulurdu. Ortanca dayım Ahmet geç evlendi, çocuğu olmadı. En büyükleri Recep dayımın tek çocuğu Türkân’la da Diktaş soyadı tükendi. Kızlar, annem Sâdiye, Teyzem Nâciye ve küçük teyzem Remziye idi.

Burada anlatacağım kişi, baba çok erken öldüğü için kendisine sahip çıkan beş kardeşinin ve anneannemizin aşırı ilgisiyle büyüyen Remziye Teyzem’dir. O hiçbir zaman büyümedi. Bizler doğduk, büyüdük, onu geçtik, ama o çocukluktan kurtulamadı. Hep baskıyla yaşadığından, annesinin veya diğer büyüklerinin onayını almadan hiçbir işi yapamazdı. Bu durum, büyüklerin olduğu kadar bizim için de alay konusuydu. Taklidini yapardık:
-Ha anne, pencereden bakayım mı?
-Ha anne, su içeyim mi ?
-Ha anne, bakkala gideyim mi?
-Ha anne, yemek yiyeyim mi?.. Tuvalete gideyim mi?
Samatya’da Dulhaniye Meydanı’nda iki katlı bir evin üst katında onlar oturur, alt katı da kiraya verirlerdi. Bu evde oturup ayrılan kiracıları anlatmak başlıbaşına bir kitap olur. O kadar değişik insanlar geldi gitti ki... Hiç unutmam, yetişkin dört kişilik bir aile taşınmıştı. Karı-koca ve adamın erkek kardeşleri. Başlangıçta ne iş yaptıklarını bilmiyorduk. Evi, o dönem için yüksek sayılacak bir kirayla tutmuşlardı. İki ay muntazam kira ödüyorlar; üç ay geçiyor hiç ödeme yapmıyorlar ve gün geliyor birikmiş kiraları fazlasıyla ödüyorlardı.
Sonradan öğrendik ki bunlar yankesiciymiş! Esaslı vurgun yaptıklarında içkili sofra kurulur, evden neşeli sesler, şarkılar yükselirdi. Yâni, bir başkasının üzüntüsü bunların keyfi olurdu. Onları evden çıkarana kadar gerek biz, gerekse karakol üç ay kadar uğraştık.
Bir başka kiracının Müjgân adında bir dilsiz kızı vardı. Kızın kusuru sadece dili değildi. Zekâsı da yerinde olmayan, ama fiziği düzgün, yetişkin bir genç kızdı. Camın önüne oturur, gelen-geçen gençlere tebessüm ederdi. Onu tanımayanlar, “..kız bize güldü!..” diye sokaktan devamlı geçerlerdi. Bu manzarayı yukarı kattan seyreden teyzem, “..elin delisine hayran oluyorlar, benim yüzüme bile bakan yok!..” diye sinirlenirdi.
Bir de bu evde hiç unutmadığım, bahçedeki derin kuyudur. Üzerinde büyük bir çıkrık ve upuzun iple ona bağlı bir de kovası vardı. Küçükken yanına pek yanaşamazdık. Çünkü bizi korkutmuşlardı: “Kuyu anası varmış, eğilip bakan çocukları kuyunun içine çekip alırmış..”diye! Aklım erip ürke ürke içine baktığımda şaşırmıştım, bu kuyuyu kim açtı, o duvarları nasıl ördü diye.
Birkaç ağacı olan bahçenin bir köşesine dayım kümes yapmış tavuk besliyordu. Asıl niyeti, taze yumurtayla kızkardeşini beslemekti. Pek arkadaş edinemediğinden olacak, teyzemin Sarman ve Mestan isimli iki kedisi vardı. Bahçede yaşayabilecekleri muhafazalı bir yer olmadığından, kış aylarında teyzem bütün hayvanları üst kata taşırdı. Bu arada tavuklar ve kediler ihtiyaçlarını ortalıkta giderdikleri için, bu işe bir çare bulmuş, terzilik-modacılık marifeti göstererek eski basma entarisinden donlar dikmişti. Sanki çil tavuk başkasının donunu giymezmiş gibi, çamaşırlar karışmasın diye, tavuklara taktığı isimlerin baş harflerini bu donlara işlemişti.  Ölen veya kesilen tavukların donları  başkasına giydirilmez, hâtıralarına hürmeten saklanırdı...
O sıralar teyzem 24-25 yaşlarındaydı ve çağın ölçülerine göre “evde kalmış” sayılırdı. Büyüklerinin bütün düşünceleri onu biran önce evlendirmekti, herkes seferber olmuş ona koca arıyordu. Halbuki teyzem, kedileri ve tavuklarıyla kendisine başka bir dünya kurmuştu. Şimdi de öyle ama, o zamanlar kadınların biraz topluca olanı aranırdı. “Bir dirhem et, bin ayıp örter” di!.. “Kadının iyisi kurna başında belli olur”du!.. “Erkek elini attığında avucuna et gelmeli”ydi!.. “Yemekte salça, kadında kalça aranır”dı!.. Bütün bu târiflerin tersine, teyzem bir deri bir kemikti! Uzun boylu, dalgalı sarı saçlıydı, fakat kilo olarak tahmînen kırkı geçmezdi, sağlığı da yerindeydi. Onu birazcık şişmanlatıp helâl süt emmiş birine yutturmak, herkesin ortak derdiydi. Hiçbir yemeği geri çevirmez, büyük bir iştahla yerdi ama, bir gram bile almazdı. Bu sıskalığı aklının bir karış yukarıda olmasından mıydı, kısmetinin kapalı oluşundan mıydı bilemiyorum. Zaman zaman “evde kaldım!” diye ağlama nöbetlerine girer, kendisiyle ilgilenmediklerini söyleyip çevresini suçlar, bu yüzden sık sık aile içi dargınlıklara sebeb olurdu. Konuşulacak fazla konu olmadığından, birinin sözünü öbürüne naklederken bire beş katar, o dinleyen de üstüne  ilâve edince ailede sürtüşmeler başlardı.
Bu yüzden, ona bir an önce bir koca bulmak tek kurtuluş yoluydu. Bulunmuyordu ki!.. Câzip hiç bir yanı yoktu. Güzel sayılmazdı.. Sıskaydı.. Huysuzdu… Bütün bunlardan önce de “fakir”di... Kim ne yapsındı bu kız kurusunu?.. Geniş bir saha içindeki bütün potansiyel kocalar göz altındaydı. Ayrıca eş-dost herkes, “Remziye’ye koca bulmaları için tenbihli” idiler. Bu geniş kapsamlı çalışma ender de olsa semere verir gibi olurdu. Koca adayının ailesinden “filanca gün gelecekleri” haberi alınır alınmaz âbiler-ablalar seferber olur, teyzemi görücüye çıkarma tezgâhı karınca-kaderince süslenirdi. Kimileri evi siler süpürür, kimisi de, gelenlere, “Remziye’nin mârifeti..” sözüyle ikram edilecek nefis kurabiyeler, börekler yapar, kimileri kızı hamama-berbere, götürür kimi elbiselerini-takılarını verirdi. Mesele elbette “vitrin” meselesiydi, damat adayının annesi iknâ oldu mu, iş bitti demekti!..
Hepsi iyiydi de, bu tahta gibi kızın göğüsleri ve kalçaları gelenlerin ilk bakacakları yerdi… İşte bu meseleyi öyle bir çözdüler ki, benim de asıl anlatmak istediğim budur.
Misafirlerin gelişine bir saat kala teyzemin görünüşü nasıl değişti?.. Hazırlıkları kenardan seyreden ben, bir mûcize karşısındaydım, teyzemi tanıyamıyordum.. Ne göğüs ne kalçadan nasibi olmayan teyzem gitmiş, Sophia Loren gögüslü ve kalçalı biri çıkmıştı ortaya!.. Remziye Teyze’min göğüsler kendinden evvel gidiyor, kalçalar arkadan geliyordu! Hazırlıkların yapıldığı odaya gerçi beni sokmuyorlardı ama, ortada bir şeylerin döndüğünü hınzırca gülümsemelerden sezinlemiştim.
Kızkardeşlerimi biraz sıkıştırınca olayı öğrendim. İçine pamuk doldurdukları doksanbeş numara bir sutyeni teyzeme takmışlar; özel dikilip “varsayılan kalça”nın üzerine oturttukları yastıkları da ustalıkla bağlayıp entariyi giydirmişler ve bu eseri meydana getirmişlerdi!.. Yüz boyanıp rastıklar çekilmiş… Yanaklar kan damlayacakmış gibi kırmızı...
O yastıklarla oturmasına imkân olmadığından teyzem ortalıkta dolanırken görücüler geldiler. Hâl- hatır sormalar, ikramlar, konuşmalar, herşey yolunda giderken, o kahrolmayasıca velet bir çuval inciri berbat etti… Gelenlerin dört yaşındaki kızı, çay-kahve için odaya girip çıkan teyzemin peşindeydi. Velet bir ara teyzemin eteğini çekip poposundaki yastığı kaydırınca, “sahte basen”biri yerinden oynayıverdi. Şimdi, kalçanın biri yukarıdayken öbürü aşağıda duruyordu! Boşuna dememişler “çocuk da tavuk da muzıra gider” diye. Veledi engellemek mümkün olmamış, bütün çabalar boşa gitmişti…
Bizimkiler bir daha bu duruma düşmemek için ilk tedbir olarak, yine böyle hazırladıkları teyzemin Çarşıkapı’da Yurt Fotoğrafçı’sında çekilmiş boy resmini çoğalttırdılar, resimlerin arkasına, “filancaya ölmez hâtıra..” ,veya “..ben birgün toprak olsam da bu resim ebediyyen kalacaktır..” gibi yazılar yazarak herkese dağıttılar. Reklam tutmuş, talip sayısında gözle görülür artış sağlanmıştı. Bizimkiler önceden, “aman ne olursa olsun şu kızı verelim” derlerken, bu sefer de, “ama hiç olmazsa sabit geliri olan bir memur çıksa..” diyerek damat adayı seçmeğe başladılar.
Bu tuzağa düşenlerin biri, babamın daire arkadaşla-rından Regaip Enişte’ydi. Adamcağız, resmini gördüğü 90-60-90 ölçülü dilbere âşık olmuştu. Kırk yaşında ve hiç evlenmemiş enişte adayımız babamla yemeğe çıkıp baldızına tâlip olduğunu söyleyince, babam, bütün gün beraber oldukları arkadaşına, yastıkların ve pamukların miktarlarını bir miktar tenzil ederek söylemiş, adamcağız herşeyi kabûl ettiğini bildirince de “teyzemi verdiğini” söylemiş.
Annem, “olay meydana çıkınca ne olacak?.. diye sorunca, babam: “Ben bir kısmını söyledim. Baldızımın geri kalanını da kontrol etmedim ki, nereye ne kadar pamuk koyduğunuzu bileyim…” demişti.
Regaip Enişte ve Remziye Teyze’min düğünleri Çınar Karakolu yanındaki salonda yapıldı. Bu kadar geç ve zor evlenmesine rağmen erken vefat eden Regaip Enişte’den sonra, hayatındaki rötarı kapatmak istercesine Remziye Teyzem, yine  ömürleri kısa iki kocaya daha vardı...